aman can

By amanhem

zaman, hürriyet, milliyet, sabah, cumhuriyet, radikal

GAP’ı kaptırmamak için yol haritası

By amanhem

HÜKÜMET ani bir kararla 12.5 milyar dolarlık işsizlik sigortası fonlarını kullanıp GAP’ı bitirmek istiyor. Bu kararı bugün Diyarbakır’da açıklayacakmış. Bu açılım Amerika’nın yine bu konuda yeni açılımlar gerek isteği üzerine alınmıştır.
GAP, Güneydoğu Anadolu bölgesini, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Siirt, Batman, Mardin, Şırnak illerini kapsayan entegre tüm yatırım projelerini tekelden koordine eden bir projedir.
Hidroelektrik santralı, otoyol, yol, okul, kanalizasyon gibi tüm yatırımları kapsar.
GAP önceleri sadece sulama amaçlıyken; DSİ, Karayolları gibi dev mühendislik kuruluşları devreden çıkarılarak yetkileri GAP İdaresi’ne devredilmiştir.
GAP bir mühendislik şaheseridir.
Hal böyleyken GAP İdaresi iktisatçı, sosyolog, ziraat mühendisi ve kalifiye olmayan kart hamili elemanlarla doldurulmuş, ayrılan kısıtlı ödenekler sadece memur maaşlarına yetişmiş, esas amaç kalan yatırımlara devam imkánı kalmamıştır.
Tipik iktisatçı mantığıyla 28 milyar dolarlık yatırımın 16.5 milyar doları harcandı, kalan 11.5 milyar dolardır.
Bu parayı bulursak GAP’ı tamamlamış oluruz denmektedir.
Gerçekte gereken para, sulama projeleri için 1997 fiyatlarıyla 1.2 milyar dolardır.
Şimdiki fiyatlarla 2.5 milyar dolar olsun.
Diğer arta kalan paranın gereksiz olduğunu ileride açıklayacağız.
Bu işin kritik öğesi, sulama projelerinin öncelikle tamamlanmasıdır.
Dünyada buğday, pirinç, mısır, yağ fiyatları yüzde 113 artmıştır.
Eğer hızla sulama yaparsak, 1-4 yıl içinde Türkiye’de aşağıdaki yıllık üretim artışlarını sağlayabiliriz:
Buğday 3, Mısır 2, domates, pancar 1 milyon ton; pamuk 530, pirinç 100, ayçiçeği 200 bin ton.
NE YAPILMALI
GAP, Fırat havzasında 1.091.000 hektar sulama 20 milyar kilovatsaat elektrik, Dicle havzasında ise 601.000 hektar sulama, 7 milyar kilovatsaat elektrik üretimini öngörmektedir.
Fırat üzerindeki barajlar tamamlanmış, 1.091.000 hektar araziden ancak 200.000 hektar arazi sulanabilmiştir.
Dicle üzerindeki barajlardan Hasankeyf’i sualtında bırakan Ilısu Barajı, çevrecilerin protestolarıyla yapılamamıştır.
Yapılmasa da kıyamet kopmaz.
Şimdi Fırat Nehri’nden sulanacak arazi, 300.000 hektar Harran ovası ve 1.06 milyar dolar değerli pompalı Ceylanpınar Aşağı Mardin Ovası sulaması ile 300 milyon dolar değerli Siverek sulamasıdır.
Dicle sulama projeleri ise Dicle, Batman kıyı projeleri ile Silopi ve pompalı Cizre-Nusaybin-İdil sulamalarıdır.
Alınacak önlemler ise:
1- GAP idaresi lağvedilerek tasarruf edilecek paralar eskiden olduğu gibi yatırımcı devlet kuruluşlarına aktarılmalıdır.
Sulama projelerini DSİ yapmalıdır.
2- Karayolları, otoyol, bölünmüş yol, okul, kanalizasyon, elektrik, baraj gibi yatırımlar Türkiye’nin genel yatırımları içinde düşünülmelidir. Bölgede tüm bu yatırımlar bolca yapılmıştır. Ne büyük bir baraj kalmış yapılacak, ne de okul ve yol. Yatırımlar lüzumsuzdur.
3- İşsizliği önlemek amacıyla kalıcı 200 fabrika yapılmalıdır.
Bunlar başta derin kuyu pompaları olmak üzere tarım dışı konularda fabrikalar olmalıdır.
4- Başbakan bu yatımlarla bölgede 4 milyon kişiye iş bulunacağını söylemiştir.
Gaziantep dışında bu illerin nüfusu 3 milyon bile değildir! Sanki herkes işsizmiş gibi...
5- Muhalefet ve sendikacıların konuyu etraflıca inceleyip, ciddi direnmeleri gerekir.
Sulama projelerinin tamamlanması için gereken 2.5 milyar doların üstü, yatırım ve açılım yapıyoruz diye seçmenlere ve yandaş müteahhitlere peşkeş çekilecektir.
Korkmasınlar, oy kaybetmezler.
6- GAP, 1960’ların devletçi mantığıyla hazırlanmış, yüzde 85’i tamamlanmıştır.
Sulama ve ürün olursa özel sektör hızla fabrikalar kuracaktır.
Örneğin, dünkü Hürriyet’te, Koç grubunun salça fabrikasından bahsedilmekteydi.
Ne olursa olsun devletin hızla sulama yatırımlarını tamamlaması gerekir.
6 yıldır yatırım yapmayan hükümete karşı, geçmişte yüzde 100 Türk sermaye ve mühendisliğiyle bu eseri gerçekleştirenlere şükranlarımızı sunuyorum.
Aslan ÖZMEN-Y. MÜHENDİS
Spor Toto ’İddaa’ ihalesine ’iddia’lı şekilde hazırlanıyor
TÜRK ve Yunan sermayeli, futbol bahis oyunu İddaa, ciddi kár eden bir şirket.
Yıllık cirosu yaklaşık 2 milyar dolar olarak belirtiliyor.
İddaa,
baştan ihalesiz verildiğinden dış ülkelerden bu sürece alınmayan bir Amerikan firması yargıya gitti.
Danıştay,
bunun üzerine ihaleyi iptal etti.
Hükümet
bu durum karşısında bir yıl içinde yeni bir yasa çıkartarak yeni ihale yapma kararı verdi.
Bu arada ihaleye çıkılınca oyunun İddaa tarafından sürdürülmesi de kararlaştırıldı.
İhale süreciyle ilgili bazı firmalardan yakınmalar medyada yankılanıyor.
"Hükümet yeni ihalede adresi yine İddaa olarak mı gösteriyor?"
Adrese teslim bir şartname hazırlandığı yolunda kuşkular taşınıyor.
İhaleye girmek niyetinde olan bir yabancı firmanın temsilcisi, "Spor Toto teşkilatında, ihaleye başkasının girmemesi için birtakım oyunlar döndürüldüğü izlenimini alıyoruz. Kimseye bilgi vermiyorlar. Şartname de gösterilmiyor" diyor.
Türkiye’de İddaa futbol bahis oyunu 2500 terminalle oynanıyor.
Acaba başka bir yatırımcı bunun dışında bir teklif veremez mi?
Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun önümüzdeki günlerde başı ağrıyabilir.
İhaleye bu firma, şu firma girebilir.
Ama şeffaf olunmalıdır. Şartname almak isteyenler ürkütülmemelidir; aynı Sabah-ATV ihalesinde olduğu gibi. Saman altından bazı şeyler yürütülmemelidir.

Yalçın Bayer 27 Mayıs 2008 hürriyet

Zor ortamda mikro reformlar doludizgin...

By amanhem

'Murphy Kanunları' vardır ya... Bunlardan birine göre; "Ters gitme olasılığı taşıyan bir şey ters gider." Şu sıralar Türkiye için tam da böyle. Gıda krizi, petrol şoku, Güneydoğu'da 1850'lerden beri kaydedilen en büyük kuraklık, küresel finansal kriz, içeride yargı cinneti, CHP'nin tutumu gibi.

Tabii böyle olunca yükselen enflasyon, abartıya dönüşen cari açık, yavaşlayan ekonomi, artma eğilimine giren işsizlik...

Önce minik bir fıkra. Yolcular nehrin karşı kıyısına geçmek için küçücük bir takaya doluşuyor. Kaptan bir hayli tedirgin. "Yapmayın etmeyin, batacağız." diyor. Halkın bunu duyacak hali yok. Bir yandan takaya doluşurken, diğer yandan "Allah büyüktür." sesleri yükseliyor. Kaptan ise mukadder sonucu ilan ediyor: "Allah büyüktür, ancak taka küçüktür."

Evet hükümet vardır, oradadır, ancak sorunlar da küresel ve devasadır. İçeride ise pusuya yatıp milletinin mağduriyeti üzerinden kendine istikbal arayanlar pek çok ve akla ziyan ahlaksız yöntemleri pervasızca denemekteler.

Bu şartlarda bile ekonomi krize girmiş değil. Her şeye rağmen psikolojiyi aşağıya bırakmayan hükümetin çabalarının bunda büyük bir katkısı var. Hani "Sorunlar dağ gibi üzerimize gelirken, hükümet gerekli tedbirleri almıyor." lafı kocaman bir Beyaz Türk yalanı.

Hemen herkesin ortak bir söylemi, bir arzusu vardı: "Makro ekonomik reformlar tamam. Sıra mikro ekonomik reformlara gelmeli, üretimin, istihdamın önü açılmalı, Türkiye'nin rekabetçiliği artırılmalı." Peki, neydi bu reformun unsurları?: (1) İstihdam paketi. (2) Enerji piyasası reformu. (3) Sosyal güvenlik reformu. (4) Verimlilik eksenli üretim ekonomisini teşvik eden Ar-Ge yasası, tasarrufu artırıcı tedbirler. (5) Sanayi envanterinin çıkartılması. (6) Bölgesel-sektörel kademeli, verimlilik eksenli teşvik yasasının çıkartılması. (7) Tarımın etkin dönüşümü. (8) Eğitimde dönüşüm.

Hükümet bu kalemlerin tümünde belli bir aşamaya geldi. Çoğu, mevzuatların çıkartılması ve uygulama aşamasında. 12 milyar dolarlık GAP paketi şimdi açıklanıyor. Yerimiz dar. Sonra açıklarız. Tabii "Uygulamayı görmek lazım." lafı da yabana atılacak cinsten değil. Zira şu sıralar ekabir bürokrata laf geçirmek, inisiyatif aldırmak, imza attırmak her babayiğidin harcı değil. İdeolojik yargı yapısı ve üzerindeki cuntacı baskı devam ettikçe de bu aşılamaz. Ahmet Altan diyor ya, "Altı postal, üstü cübbe", aynen öyle!

Böyle bir ortamda geçen cuma sabahı Devlet Bakanımız Mehmet Şimşek ile bir kahvaltıda buluştuk. Kahvaltıda bütün bu yeni hamleleri konuştuk. Yalnız bugünkü yazımı yazmak için masanın başına geçip, diğer dört akademisyen-yazar meslektaşımın toplantıyı nasıl işlediğini görmek için internete girdim. Prof. Seyfettin Gürsel'in detaylı değerlendirmesi Referans gazetesine manşet olmuş. Okuduğum bir değerlendirmesi nedeniyle gözlerim fal taşı gibi dışarı fırladı. Gürsel'in haberine göre, "Temmuz ayı gibi bir tarihte elektrikte otomatik fiyatlandırma sanayi için yüzde 14, konutlarda ise yüzde 19 zamla başlayacak."

Oysa Bakan'ın dedikleri böyle değildi, şöyleydi: "Bugün enflasyon hedeften sapmıştır. Mevcut enflasyonun yüzde 66'sı sadece enerji ve gıdadan kaynaklanıyor. Yıllardır sanayi ve konutlarda kullanılan enerjiyi sübvanse eden kamu, zam yapmayarak tam 25 milyar YTL'lik bir yüke katlandı. Ancak dünyadaki koşullar nedeniyle yıl başında daha fazla dayanamayarak yüzde 14 ve yüzde 19 oranındaki o bilinen zamları yapmak zorunda kaldık. Bu da enflasyona yansıdı."

Neyse ki, zaten Hazine Müsteşarlığı'ndan "tekzip" metni mesaj kutuma da düştü. Anlaşılan Sayın Gürsel, "Pek bir şey öğrenemedim." dediği sohbet ortamına biraz 'adrenalin' katayım derken 'yapılanı', 'yapılacak' şeklinde aktarmış. Bir de çoğu kez "Ama basına öyle yansımadı." demezler mi? Sen duyduğunu bu hale getirirsen, nasıl yansısın ki!

Neyse, 'mikro reform' ezberi de bitiyor artık. Şimdi top işadamında.

İBRAHİM ÖZTÜRK
26/05/2008 zaman

Sultanın divane gönlü

By amanhem

Atamız Ebü'l-Feth Mehemmed Han'ın dünya mülkünde olduğu kadar söz mülkünde de devirler açan fetihleri olduğu meşhur-ı alemdir. Zira ki kendisinden sonra Türk şiiri ve şairleri Türk yurdunda, hayalleri imbikten geçirip potalardan süzerek söyler olmuşlardır.

Türk şiirinin istikbali için bu zemini hazırlayan, şairleri himaye ile sözü üst perdeye çıkaran odur. Sultanların sarayına şiir meclisleri onun zamanında girdi, şiirin itibarı arttı. Bunu yalnızca şairleri dinleyerek başarmadı, kendisi de onlarla birlikte söyledi, atıştı, yarıştı. İşte o beyitlerden biri:

Senin zincîr-i zülfünden dil-i dîvâne bent ister

Usandı dert ile candan asılmağa kement ister

Beyitteki tamlamaların sondan başa doğru çözüldüğünü (zincir-i zülf = zülfünün zinciri) ve bilinmeyen tek kelime olarak da "dil"in "gönül" demek olduğunu söylesek zannederiz bu güzel mısraları ayrıca bir de günümüz diline çevirmeye gerek kalmaz. Akıcılığı, yalınlığı, içindeki derin mânâ dünyası ve ahengi ile bu beyit bize "kelamü'l-mülûk, mülûku'l-kelam" meselini hatırlatıyor. Yani ki "Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır" demek olur.

Beytin dünyasını yakından görebilmek için aşk çılgınlarının kendilerine ve çevrelerine zarar vermesinler diye bimarhanelerde önce zincirlerle bağlanıp sonra yavaş yavaş tedavi edildikleri dönemlere gitmemiz gerekir. Hani bir âşıkın sevgilisine yalvarırken "Gönlüm senin için çılgına döndü, zincirlik divane oldu! Onu zapt edebilmek için senin zülfünün zincirinden ayağına bir bağ ve bukağı gerekiyor." şeklinde yalvardığı, üstelik de bu aşk derdiyle canından usandığı için asılmaya kement istediği dönemlere. Bir sultanın ağzından, hele de cihana hükmeden bir sultanın ağzından dökülünce bu sözler, şiir ve medeniyet birikimi adına çok anlam ifade eder. İncelik şuradadır ki şair herhangi bir zincir veya kement istememekte, ancak sevgilinin saçının zinciriyle bağlanıp onun zülfünün kemendiyle can vereceğini ima etmektedir. Bundan amacı "Başka zincirler beni öldürmeye yetmez; başka kementler beni asamaz!" demek olduğu gibi "Sevgilimin zincir zincir (örülmüş) saçı tarafından bağlanılmaya canım dayanamaz, o anda ruh teslim ederim." manasını da hatırlatmaktır. Hani uzun saçlarından atların ayağına bağlatılıp öldürülmek istenen âşıkın son arzusunda "Bari sevgilimin atının ayağına bağlayıp öyle parçalatınız!" diye yalvarması gibi.

Şairin dediğine bakılırsa sevgilisi uğrunda öyle dertler çekmiş, öyle belalara giriftar olmuş ki, nihayet canından bezmiş ve kendini asmak için bir kement istiyor. Âşıkın burada asıl istediği veya ima olarak anlattığı şey ise sevgili uğruna canını feda etmek, başka bir yolla ölmeyi istememek, belki "Sevgili için öldü!" dedirterek diğer âşıklar ve rakipler arasında adını ölümsüzleştirmektir. Nasıl ki Kays, Leyla için can verdi ve adı tarihe kalıp yaşadı, o dahi bu aşk için adını yaşatmak, Mecnun ile yarışmak, daha doğrusu tıpkı Leyla gibi sevgilisinin adını gök kubbeye kazımak istiyor. Nihayet Kays, bu aşk uğruna delirmiş, divane olmuş, zincirlere bağlanmıştı ya, işte o da bunların hepsine razı olduğunu söylüyor, o da tıpkı Mecnun gibi canından usandığını, ölüme koşa koşa gideceğini ilan ediyor. Bir farkla ki Mecnun sıradan bir zincirle bağlanmıştı ama o alelade bir zincire veya asılmak üzere sıradan bir ipe razı değildir. İşte bu yüzden sevgilinin saçından bir zincir ve zülfünden bir ibrişim istemekte. Böylece Leyla uğrunda adı Mecnun'a çıkan Kays'ı geride bırakmış olacak ve aşk tarihi kitabına yeni bir başlık açacak, en azından baş sayfaya bir dipnot düşecektir.

Ruhun şâd olsun ey hükümdar şair.

LAF OLSUN DİYE

Bizans surları önünde son nutuk

Sultan Mehmet, Konstantiniyye muhasarasının elli üçüncü gününde (28 Mayıs Pazartesi), ordu ve donanmasının büyük küçük bütün komutanlarını toplayıp onlara kısa bir nutuk irad etti. Kendisine "Fatih" unvanını getirecek bu nutkun yarısı şu cümlelerden oluşur:

"Sizi, cesaretinizi bir kat daha tahrik emek için buraya toplamadım. Bunu daima, hatta lüzumundan ziyade gösterdiniz. Fakat benim asıl maksadım zaferle neticelenecek son hücum vesilesiyle ebedî şan ve şerefin sizleri beklediğini yeniden hatırlatmaktır...

Bugün size eski Romalıların payitahtı olan, bir zamanlar güzellik, zenginlik ve şerefin doruğunda bulunmuş bir şehri bahşediyorum. Artık parlak bir zafer için birbirinizi teşvik ediniz. Hatırlayınız ki parlak bir zafer için üç şart vardır: İyi niyet, kötü hareketten çekinme ve amirlere itaat. Yani sükunet ve disiplin içinde verilen emirlerin tamı tamına yerine getirilmesi. Şimdi yüce bir azmin verdiği coşkunluk ile savaşa koşunuz ve malik olduğunuz liyakati gösteriniz.

Bana gelince, sizin başınızda muharebe edeceğime yemin ederim. Ve herkesin ne surette hareket ettiğini bizzat takip edeceğim(...)."

BERCESTE

İmtisâl-i câhidû fi'llah oluptur niyyetüm

Mülk-i İslam'ın mücerret gayretidür gayretüm

Niyetim "Allah yolunda cihat" emrine boyun eğmekten ibarettir. Bütün gayretim de İslam diyarında herkesin gösterdiği gayrettir.

Avni

İSKENDER PALA
27/05/2008 zaman

27 Mayıs bayramınız kutlu olsun!

By amanhem

27 Mayıs 1960, demokrasiye darbe vurulan tarihtir; milli iradeye yönelik bürokratik başkaldırının başlangıcı... Demokrasimiz hâlâ bu darbeyi atlatabilmiş değil. Sivil siyasetin içini kemirmeye devam ediyor. Ne Demokratlar unutabiliyor başbakanlarının katledilmesini ne de idamlara sevinenler izin veriyorlar unutmaya. Tehditler savuruyorlar krizler çıkarıp. Seçilmiş başbakanlar da 'idamlık gömlek'leriyle geldiklerini haykırıyorlar. Yani kimse unutmadı 27 Mayıs'ı... Demokratlar için travma, darbeciler için nadir bir zafer anı...

Siyasal sistem üzerinde de bütün ağırlığıyla duruyor 27 Mayıs'ın mirası, seçimlerde askerî rejimlere net siyasal mesajlar veren milli irade beyanlarına rağmen. Nasıl kurtulabilirdik ki? Demokrasinin içini boşaltanlar, milli irade üzerinde vesayet kuranlar baştacı edildi darbeden hemen sonra. Darbecilerden cumhurbaşkanları seçtiler, kontenjan senatörleri atadılar. Bu darbenin ardındadır ki her cumhurbaşkanlığı seçimi bir krize dönüştü, meşhur ifadeyle askerî okullara giren her öğrenci mesleğinin en yüksek kariyeri olarak genelkurmay başkanlığını değil cumhurbaşkanlığını gördü. 1961 Anayasası'yla milli iradenin üzerine bürokrasiyi 'kuma' olarak getirdiler. Egemenlik artık salt milletin ve Meclis'in değil 'yetkili devlet organlarının'dı, yani atanmış bürokratların. Milletin egemenliğine ortak koşan bu anayasayı 'en özgürlükçü anayasa' olarak sundular. Üstelik bu yalana sağın liderleri de sahip çıktı. '1961 Anayasası bize bol gelmişti' Süleyman Demirel'in ifadesiyle. 12 Mart rejimiyle iş tutup daha da 'daralttılar' özgürlükleri.

'Fazla özgürlükçü' olan 27 Mayıs anayasasıyla devletin başına MGK'yı getirdiler. Milletin temsilcileri ile 'devletin bürokratlarını' eşitleyip vesayet demokrasisini iyice kurumsallaştırdılar. 1960 darbesi bu ülkeye TSK İç Hizmet Kanunu'nu da hediye etti. Darbe yapanlar, darbe yapacaklara kılıf hazırladı bu yasanın 35. maddesiyle... Cumhuriyeti 'korumak ve kollamak' gibi lastikli bir ifadeyle demokrasinin ve sivil siyasetin tepesine Demokles'in kılıcını astılar. Keyifleri estiği zaman bu kılıcı alıp vurdular demokrasinin başını. Siyaset kurumu da seyretti... Bırakın 1961 Anayasası'nı, onun 1982 versiyonunu bile tümüyle değiştirmeye kalkışan 'reformist' ve demokrat hükümet, TSK İç Hizmet Yasası'nın en azından 35. maddesini değiştirmek gerektiğine ilişkin bir öneri getirdi mi? Biliyorum, böyle bir değişikliği CHP ve MHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini ve mahkemenin de TSK 35'i tümüyle kaldırmayı veya değiştirmeyi Anayasa'nın 'değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez' hükümleriyle ilişkilendirip iptal edeceğini. Her gün darbe sözünün edildiği, 'ordu göreve' pankartlarının açıldığı bir ülkede darbenin hukuksal zemini olarak 1960 darbecilerinin kurduğu bir düzenek tartışılmaz mı en azından? Peki, 1960 darbesine kadar Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı'nın yeniden eski hiyerarşiye dönmesi söz konusu mu? 'Teklif dahi edilemez' sözlerini duyar gibiyim. Neden, biliyor musunuz? Çünkü, bu ülke gerçekte 27 Mayıs darbesinden hiç kurtulamadı, 27 Mayıs'ın kurduğu vesayet demokrasisinden hiç çıkamadı.

Geri dönersek... Menderes'in mirasını yiyenler Menderes'in idamından daha bir ay sonra darbeci komutanların önüne oturup Gürsel'in cumhurbaşkanlığını, Demokratların affedilmeyeceğini, Yassıada kararlarının eleştirilmeyeceğini kabul etmeselerdi sivil siyasete üç-beş yıl gecikmeli geçerdik ama geçtiğimiz şey demokrasi olurdu, milli egemenliğin üstünlüğü olurdu. 'Meclis'i açmazlar, seçimleri geçersiz sayarlar' tehdidine boyun eğerek demokrasinin içini boşalttılar. Miraszedeler 'sizin demokrasiniz böyleyse biz yokuz' diyebilselerdi, cuntacıları CHP ile baş başa bıraksalardı, kaç yıl daha gidebilirdi ki ordu gözetimli CHP iktidarı... Ama öyle yapmadılar; 'paşa paşa' imzaladıkaları protokol aslında vesayet demokrasisinin 'vesikası'ydı.

Pragmatist sağ siyasetçiler 1960'larda demokrasiyi kevgire çevirdiler. Merkez sağ, Demokrat Parti'ye ve Menderes'e yapılanı 'sineye çekmeseydi' bürokratik vesayet milli iradeyi çökertemezdi. 'Bildirici' yargıçların 27 Mayıs 'coşku'suna 'diğerleri' de katılmalı...

İHSAN DAĞI
27/05/2008 zaman

Şaşırıp kaldınız değil mi?

By amanhem

Hemen baştan bir prensip belirtmem gerekiyor: Ne kadar önemli olursa olsun bir insanın söylediği bir cümleye olağanüstü anlamlar yüklemek yanlıştır. Karmaşık bir sosyal gerçeği sadece bir tespitin üzerine bina etmek sorgulayıcı aklın inkârı demektir.

Ayrıca, bir hakikatin değişik pencerelerden görülebilen değişik yansımaları da vardır. Şerif Mardin'in geçen sene kullandığı "mahalle baskısı" tanımının üzerine balıklama atlayanlar bugün bazı tereddütler yaşıyor. Oysa ne o gün söylenenleri ne de bugünküleri tartışılmaz gerçeklermiş gibi kabul etmek doğru bir yaklaşım değil. Şerif Mardin önemli bir insan, dikkatle takip edilmesi gereken bir mütefekkir; ancak sosyal olayların tek açıklaması olmadığı gibi, tek otoritesi de bulunmamaktadır. Sonuçta her aydın kendi penceresinden gözlem yapıyor ve tespit ettiği gerçeklerden bir senteze ulaşıyor. Birbirinden ayrı, hatta birbirine zıt analizleri bir araya getirdiğinizde toplumu daha doğru anlama fırsatı yakalıyorsunuz. Ne yazık ki bizde herkes işine geleni kullanıyor; hatta işine geldiğine göre otoritelerin sözlerini sağa sola çekiyor.

Şerif Mardin, Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği'nin (SORAR) düzenlediği toplantıda mahalle baskısı kavramının "AKP'ye kuşkuyla bakan kesimler tarafından kullanılmasının kendisini rahatsız ettiğini" söylemiş. Bu serzeniş, atılan bazı manşetleri ve yazılan bazı yazıları bir bakıma boşluğa itiveriyor. Sosyal bilimcinin bir tespitini bu kadar politize ederseniz olacağı budur. Mardin Hoca öğretmen-imam mukayesesi de yapıyor. Medyadaki aynı yanlış yaklaşımların bu konuda da ortaya çıkacağını şimdiden kestirebiliyorsunuz. Çünkü bizim medya işine gelen her lafın üstüne politik bir şehvetle atlıyor. Bir gün ezberi bozulunca veya sözün sahibi kullanımdan duyduğu rahatsızlığı dile getirirse derin bir tereddüt hâsıl oluyor.

Buyurun size taptaze bir örnek: Mardin, Atatürk'e ait "Yurtta sulh cihanda sulh" sözlerinin derinlikli bir felsefe ürünü olmadığını ifade ediyor. "Mahalle baskısı" kampanyası sırasında Hoca'yı yere göğe sığdıramayanlar, aynı hayranlıkla bu tespite sahip mi çıkacaklar yoksa Bediüzzaman'la ilgili donanımlı eserine karşı yaptıkları gibi Mardin'i linç etme (en azından yok sayma) girişiminde mi bulunacaklar? Kemalizm'i "kuru bir ideoloji" olarak tanımlıyor ünlü sosyolog. Son dönemdeki söylemlerini Mardin'in mahalle baskısı kavramı üzerinden yürüten "Kemalistler"in yaşayacağı şoku tahayyül edebiliyor musunuz? Aynen aktarıyorum Hoca'nın söylediklerini: "Kemalizm hakkında uzun çalışınca ne kadar kuru bir ideoloji olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu ideoloji topluma iyi, güzel ve doğru hiçbir şey vermemiştir."

Yukarıdaki sözleri Şerif Mardin değil de "muhafazakâr kesim"den biri söyleseydi neler yaşanırdı Türkiye'de; düşünebiliyor musunuz? "Canım, ilim adamı tabii ki özgürce konuşacak" denebilir. Saygı duyarım; ancak o zaman da "Profesör Atilla Yayla'nın suçu neydi ki medyatik lince tabi tutuldu; hatta hakkında mahkeme ceza kararı verdi?" diye sormadan edemem. Yayla "Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder." demişti. AB sürecinde Türkiye'ye gelenlerin "Neden her yerde bu adamın (Atatürk) heykelleri, fotoğrafları var?" diye soracağını söylemişti. Başkasının ağzından nakletmeye çalıştığı bu cümleden dolayı Liberal Düşünce Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı olan Yayla, 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı...

Aslında söylemek istediğim çok basit. Türkiye'de her söz fanatik taraftar ağzıyla fazlaca abartılıyor ve aşırı yorumlarla toplum kamplara bölünüyor. Her sözün anlaşılabilir ve tartışılabilir yönleri vardır; bu nedenle hiçbir söz bir mutlak hakikatin tartışılmaz hücceti olamaz. Aslolan her sözden (en aykırı sözler de buna dâhil) istifade etmek ve olaylara önyargısız bakabilmektir. Tam da bu nedenle düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlarını olabildiğince (ve herkesin kullanabileceği şekilde) genişletmek gerekiyor. Özgürlük çerçevesi genişledikçe ezber bozan yorumlara rastlanacak ve katılımcı/çoğulcu demokrasiye ancak bu yoldan ulaşılacaktır. İnsanları bayraklaştırarak ya da taşlayarak bu ülke mesafe alamaz...

Ekrem Dumanlı 27 mayıs 2008 zaman

Üniversiteye dikkat

By amanhem

ANKARA dünyası henüz meşgul değil ama önümüzdeki günlerde ülkenin geleceğini belirleyecek kadar önemli bir gelişme bizi bekliyor.
Bu gelişmenin sonuçlarıyla önümüzdeki ağustos ayında yüz yüze geleceğiz. Çünkü bir ay sonra 21 üniversitede yeni rektör seçimleri yapılacak.

Bir başka deyişle 85 devlet üniversitesinin dörtte biri kaderini yeniden tayin edecek.
Rektör seçimleri artık sadece üniversiteyi yönetecek kişiyi seçme anlamına gelmiyor.
Türkiye'de rektörler -yürürlükteki yasanın onlara çok geniş yetkiler vermesinin de getirdiği imkánla- bu işlevlerinin dışında ve yaşam tarzımızı etkileyebilecek kadar önemli olabiliyorlar.
Daha açık söylemek gerekirse, seçilecek 21 yeni rektör, ya onlara geniş yetki veren Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasasının emrettiği gibi:
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı,
Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren,
Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı"
kuşaklar yetiştirecek, böylece ülkenin geleceğini Cumhuriyet'in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi konjonktürün beklentilerine yanıt vermeye gayret edecek.
İçinde bulunduğumuz dönemin bu yönden ne kadar hassas olduğunu Trabzon'da çıkan Kuzey Ekspres gazetesinde 6 Mayıs 2008 günü yayınlanan bir mülakattan aktaracağımız satırlar zannediyoruz ki yeterince açık şekilde anlatır:
Gazeteci ile Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin (KTÜ) eski rektörü olan, aradan geçen zaman ardından önümüzdeki seçimde rektörlüğe tekrar adaylığını koyan Prof. Dr. Aydın Dumanoğlu arasında geçen konuşma şöyle:
"- KTÜ'de tarikat ve cemaatçilerin etkin olduğu söyleniyor.
Tarikat ve cemaatlere yakın isimler sizi destekliyormuş?
- Kimi destekleyeceklerini bilmiyorum. Ama şu anda büyük çoğunluğu benim yanımda değil.
- Tarikat ve cemaatçi öğretim üyesi sayısı tahminen ne kadar?
- Kesin sayı veremem. Ama öyle tahmin ediyorum ki Fethullahçı diye tanımlanan veya o gruba yakın olduğu söylenen öğretim üyelerinin sayısı 80 civarında.
Türkiye Gazetesi'ne yakın bir grup daha var.
Işıkçılar diyorlar.
Onlar da 15-20 civarında.
Bir de diğer tarikat ve cemaatten olanlar var.
Onlar da 40-50 civarında.
- Bu ifadelerinize göre, KTÜ'deki öğretim üyelerinin neredeyse dörtte biri cemaatçi-tarikatçı.
- Öyle görünüyor.
- Bu gruplar herhalde eskiden de vardı.
- Eskiden bu kadar fazla değildi. O zaman böyle ayırım da yapılmıyordu."
Bu konuşma öyle sanıyoruz ki, rektör seçimlerinde oy kullanacak öğretim üyelerine, taşıdıkları sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu anımsatacak kadar açıktır.

Oktay Ekşi 21- mayıs- 2008 hürriyet

Dağa çıkışları durduramadıkça...

By amanhem

Hemen hergün TV ve gazetelerimizde Silahlı Kuvvetlerimizin PKK’ya karşı mücadelede kazandığı başarılar, uzun uzun anlatılıyor. Ancak asıl önemli olanın, dağdakileri indirmekten fazla, dağa çıkışları engellemek olduğunu unutuyoruz. O zaman da, kamuoyunda hayal kırıklığı yaratıyoruz.

Bugün sizlere belki hoşunuza gitmeyecek bazı gerçeklerden söz edeceğim. Kızmadan önce lütfen biran için, haklı mıyım haksız mıyım düşünün, ondan sonra tepki gösterin.

Türk Silahlı Kuvvetleri, aylardan beri PKK’ya karşı sürekli operasyonlar düzenliyor. Öncelerinde Kuzey Irak sınırı ve Kandil’e yönelik bombardımanlar, ardından da orta çaplı kara harekatları gerçekleştirildi. Şu sıralarda da, sınırın hem Türkiye, hem de Kuzey Irak tarafında bu mücadele sürüyor.

Amacı, dağlardaki teröristi aşağı indirmek ve Türkiye’ye geçişlerini engellemek.

Hemen hergün TV’lerinizde, medyanızda bu mücadelenin haberlerini izliyorsunuz.

Hayatını tehlikeye atarak bizi korumaya çalışan askerlerimizle övünüyoruz. Övünmekte de çok haklıyız. Ancak bazen öylesine abartıyoruz ki, kamuoyunun güvenini sarsacak başlıklar atıyoruz.

Son birkaç aydaki yayınlara bakın yeter.

Öyle sloganlar ve öyle haberlerle ortaya çıkıyoruz ki, işin ciddiyeti bozuluyor.

Her hafta mutlaka bir “PKK dağıldı” ve “panik” havasından söz ediyoruz. Kaçan liderler, öldürülen komuta kademesi ve abartılı ölü rakamları. Bunları alt alta koyduğunuzda, birde bakıyorsunuz, PKK’nın neredeyse tüm mevcudu öldürülmüş. Oysa, adamlar hala etrafta dolaşabiliyor, askerimizi şehit edebiliyor.

Medya’nın bu yaklaşımı, TSK’ya moral vermek adına sergileniyor. Oysa, tam aksine kamuoyundaki güvenin azalmasına neden oluyoruz.

Bunca abartı, bunca dev slogan toplumu yoruyor. TSK’ya da moral vermiyor. Gereksiz bir erozyona yol açıyoruz.

Özetlemek gerekirse, kamuyounu haberdar eden makamlar da, bizler de daha dikkatli hareket etmek zorundayız.

Yukarda yazdıklarım, PKK terörüyle ilgili madalyonun bir yanı. Bunun bir de öbür yanı var.

BARİ DAĞA ÇIKIŞI DURDURALIM...

Eminim hatırlayacaksınız, bir süre önce Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ, asıl soruna parmak basmıştı.

Dağ’a çıkışı durduramazsak, PKK’yı yok edemeyeceğimize dikkat çekmişti. Bunu gerçekleştirmek için dağ yollarına mayın döşemekten söz etmemişti.

Asker teröristle son derece başarılı bir mücadele yürütüyor. Terörizme mücadele ise sadece askerin görevi değil.

Siyasetçiler artık işin kolayına kaçarak PKK’yı askere havale etmekten vazgeçmeli. Ekonomik sosyal kültürel alanlarda yeni adımlar atmalı.. Askerin dağlardaki başarısını kalıcı kılacak paketleri devreye sokmalı. PKK’ya katılımı engelleyecek cazip seçenekler yaratmalı..

Gerçekten de, herşeyini bırakıp dağa çıkan genci ikna edemediğimiz sürece, PKK yaşamaya devam edecektir.

Her şeyden önce, bir durup düşünelim.

Gencecik adam niye gidiyor?

Bölgenin koşullarını bilenler, bu soruya çok kolaylıkla “neden gitmesinler?” diye yanıt verebilirler.

İş yok...

Gelecek yok... Fakirlik diz boyu...

Bir de itilip katılma var...

Bütün bu koşullar, gençlerin gözünde dağa çıkmayı cazip hale getiriyor.

İstediğimiz kadar asker yığalım... İstediğimiz kadar operasyon yapalım... Hatta isterseniz Kuzey Irak’ı istila edelim.

Dağa çıkışı ve PKK’ya katılımın cazibesini yok edemediğimiz sürece hiçbir işe yaramaz.

Medya’da büyük başlıklar atalım.

PKK’nın dağılmak üzere olduğunu, panik içinde kaçıştıklarını yazalım, çizelim nafile...

Sadece kendimizi aldatmış oluruz.

Ankara’dakiler, askeriyle siyasetçisiyle başbaşa verip, çözüm için başka yöntemler düşünüp uygulamaya koyamadıkları sürece, sonuç alamayacağız.

Bu konuda bütün suçu siyasetçiye de yüklemememiz gerekiyor. Zira, zaman zaman öyle dönemlerden geçiliyor ki, siyasetçinin attığı bazı adımlara her kesimden tepki geliyor.

Zira herkesin kendine göre bir çözümü var.

Bir türlü ortak politika oluşturamıyoruz. Herkesin kendi reçetesi var ve diğerinin reçetesine itiraz ediyor.

O zamanda PKK, şu sıralarda olduğu gibi darbe yiyor, morali bozuluyor, psikolojik çöküntü yaşıyor, ancak bir süre sonra toparlanıyor. Kayıplarının yerine yenilerinin geldiğini görünce morali düzeliyor.

Medya da bütün bu gerçekleri görüyor, biliyor, ancak hamaset ile üstünü örtmeye çalışıyor.

Ancak, bilmemizde yarar var.

Sadece kendi kendimizi aldatıyoruz.

Boş yere insanlarımız ölüyor.

Gereksiz kahramanlık öyküleriyle hiçbir yere varamayacağımızı artık görmemiz gerekiyor.

M. Ali Birand 23. mayıs 2008 hürriyet

Karşı bildiri

By amanhem

BİR Bazılarımızın AKP, bazılarımızın AK Parti dediği parti, Anayasa’yı değiştirme azmini kaybetmiş ve takatsiz kalmışken...

"Birkaç demokrat hoca"ya sipariş ettikleri Anayasa taslağına "cıs" diyerek el bile süremiyorken...

Yani ortada fol yok, yumurta yokken...
"Şu çılgın Yargıtay"ın, sanki "Anayasa taslağı" yeniden gündeme getirilmiş gibi yapmasını Yüce Türk ulusunun takdirine sunuyorum...
İKİ
Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere en güvercininden en şahinine bütün AKP’liler, Anayasa Mahkemesi’nin kapısında "İşte kuzu kuzu geldim / Dilediğince kapandım dizlerine" şarkısını terennüm ederken ve boyunlar giyotine uzatılmışken...
"Şu çılgın Yargıtay"ın, AKP’nin en uysal koyun hallerine zerre kadar prim vermemesini ve sertlik yanlısı bir tutum izlemesini Yüce Türk ulusunun şaşmaz sağduyusuna tevdi ediyorum...
ÜÇ
Yargıtay Başsavcısı, AKP denilen partiyi yerin bin kat dibine sokacak, "Bütün kötülüklerin anası" ilan edecek...
Yüce Yargı’dan emekli olmuş bazı onursal zevat da, "Görülmekte olan bir dava" falan dinlemeyerek, Başsavcı ile kol kola girip AKP’ye bindirecek...
Ve bütün bu olup bitenlerin ardından da Yargıtay Başkanlar Kurulu, "İddianame" eleştirilerini "Yargıya müdahale" olarak değerlendirecek...
İşin bu kısmında ortaya çıkan aleni vicdansızlığı, Yüce Türk ulusunun vicdanına bırakıyorum...
DÖRT
Devletin bir ayağı, devletin başka bir ayağıyla ihtilafını müzakerelerle mi çözer?
Yoksa ardı ardına bildiriler yayınlanıp devreye kamuoyu mu sokulur?
Eğer kamuoyu devreye sokulacaksa...
Kendisine seslenilen vatandaş, böylesi bir ihtilaf karşısında ne yapacak?
AKP’ye oy vermekten vazgeçip Yargıtay’a mı oy verecek?
O zaman CHP’nin işlevi ne olacak? CHP’nin kendisini feshedip Yargıtay’a katılması hepten imkánsız mıdır?
Neyse...
En iyisi bu tuhaf soruların sorulmasına zemin hazırlayanları Yüce Türk ulusuna şikáyet etmekle yetinelim...
BEŞ
Fırlayan doları...
Düşen borsayı...
Artan cari açığı...
Anayasa Mahkemesi’ne dolaylı baskıyı...
Kurumlar arası dengesizliği...
Yargının siyasi konularda taraf olmasını...
Hiç ama hiç hesaba katmayan...
"Dinci" iktidara karşı "Laik cihat" başlatan "Şu çılgın Yargıtay"ın, ancak "CHP Parti Meclisi"nden çıkabilecek nitelikte bir bildiri yayınlamasını Yüce Türk ulusunun takdirine bırakıyorum...
YUH ARTIK!
ANKARA’da bir belediye, medya grupları arasında bir futbol turnuvası düzenlemiş...
Barış, kardeşlik falan amacıyla...
Bu turnuvada...
"Vakit Gazetesi"nin takımı ile "Kanal D"nin takımı karşı karşıya gelmiş...
Vakit, bu maçı 5-1 almış...
Ancak...
Vakit’in takımı, Enver Ören’in İhlas Grubu’nun takımı karşısında aynı başarıyı gösterememiş ve yenilmiş...
Vakit’in Ankara Temsilcisi olan ve seçimden önce AKP’den milletvekili olmak için epey yaltaklanan "meczup kişi", bu olayı şöyle yorumluyor:
"Rakip İhlas olunca ’bunlar da bizdendir’ diye gevşeyen Vakitspor, Doğan’ın takımını ezim ezim eziyor..."
Ardından da ne de olsa "mümine müşfik" olduklarını hatırlatıyor...
"Mümine müşfik" cümlesinin devamında "káfire şiddetli" cümlesi vardır...
Yani gözü milletvekilliğinde olan bizim meczup, "Kanal D káfir / İhlas Müslüman" demeye getiriyor... Kanal D káfir olduğu için aslan kesilmişler, İhlas Müslüman olduğu için de gevşemişler...
Ne diyeyim bilmiyorum ki...
En iyisi iki noktaya parmak basmakla yetinmek:
BİR
Bir yazarı çocuk tacizinden içeride olan, bir yazarı "Tacizcimiz mümindir" diye yazabilen bu gazete, nasıl oluyor da bunca meczubu bir araya getirme başarısı gösterebiliyor?
İKİ
Bu kafadaki adamları "rakip" kabul edip, onların yer aldığı turnuvaya katılmak ne türden bir aymazlığın ürünüdür?

Ahmet Hakan 23 mayıs 2008 hürriyet

AKP’nin gizli uçuşu

By amanhem

GEÇEN mart ayında ABD Hava Kuvvetleri’ne ait bir B-1 Stealth uçağı çok özel bir misyon için havalandı.
Uçağın kod adı "Dark 33"tü.

Uçağı Yüzbaşı Rick Fournier adlı bir pilot kullanıyordu.
Aslında görev, bir test denemesiydi.
Uçak, ses duvarını aşacaktı.
B-1 Stealth gibi bir uçak için ses duvarını aşmak, çok sıradan bir işti.
Ancak bu uçağın çok özel bir durumu vardı.
Uçağın depolarına sentetik jet yakıtı konulmuştu.
Aslında yarı sentetik yakıt ile yarı klasik yakıttan oluşan bir formül, uzun yıllardan beri Güney Afrika Havayolları’na ait bazı uçaklar tarafından kullanılıyordu.
Ama o güne kadar bu yakıt, hiçbir zaman jet uçaklarında kullanılmamış ve ses duvarı geçilmemişti.
Planlandığı gibi uçak o gün sentetik jet yakıtıyla ses duvarını geçti.
Çok az insan bu uçuşun ne anlama geldiğini fark etti.
* * *
Bu haberi geçen çarşamba günü Wall Street Journal Gazetesi’nde okudum.
Bu uçuşun asıl amacı, Amerikan ordusunun yakıt harcamalarını dışa bağımlı olmaktan kurtaracak bir planın uygulama imkánlarını araştırmaktı.
Gazetenin verdiği rakamlara göre Amerikan ordusu, ülkenin en büyük yakıt tüketicisiydi.
Günde 340 bin varil petrol tüketiyordu ve bu, ülkenin toplam günlük tüketiminin yüzde 1.5’ini oluşturuyordu.
Ordu, sadece Irak’ta günde 40 bin varil petrol tüketiyordu.
2003 yılında 4.9 milyar dolar olan yakıt harcamaları 2007 yılında 12 milyar dolara çıkmıştı.
Sadece son bir yıldaki parasal artış yüzde 25’ti.
Petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle, Irak ve Afganistan’daki askeri harcamalar bütçesine 2 milyar dolarlık artış istenmişti.
İşte bu yüzden Amerikan ordusu, yakıt harcamalarında bir yandan dışa bağımlılığı azaltmak, diğer yandan da tasarruf sağlamak amacıyla bu uçuş denemesini yapmıştı.
* * *
Bu haberden bir gün önce yine Amerikan gazetelerinde şöyle bir haber vardı:
Amerikan yönetimi, ülkenin dış petrole bağımlılığını azaltmak üzere büyük çaplı bir planı uygulamaya koyuyordu.
ABD, petrol ihtiyacının yüzde 60’ını dışarıdan sağlıyor.
Uygulamaya konulan planla, bu oran 2015 yılına kadar yüzde 50’ye düşürülecekti.
Çünkü, ABD’nin bu kadar büyük miktarda petrol ithal etmesi, hem bütçesini olumsuz etkiliyor, hem de büyük hacmi dolayısıyla petrole olan talebi yükselttiği için fiyatları da artırıyordu.
Türkiye’de, yargının AKP hükümetine ağır bir uyarı yaptığı, hükümetin de ona ağır cevap verdiği bir günde bu yazıyı niye yazıyorum?
Cevabı çok basit.
Bu sorun, ABD’den bile çok daha ağır biçimde önümüzde duruyor.
O nedenle şu uyarıyı yapmayı görev sayıyorum:
Türkiye amok koşusuna başladı.
Hızla ağır bir rejim bunalımına gidiyoruz.
İşin kötüsü, rejim bunalımı, ondan da ağır bir ekonomik krizle iç içe geçebilir.
Bu da hepimiz için felaket olur.
Felaketten çıkış için ne yapmamız gerekir?
AKP’nin içinde hálá sağduyulu insanların bulunduğunu biliyorum.
Gidişatı gören bir vatandaş olarak tavsiyem şu:
AKP, önce bu durumu "kriz" olarak değerlendirip ciddi bir kriz yönetimi kurmalı.
Önündeki tablo şudur:
Parti ve hükümet, yargıyla kavgalı.
Orduyla kavgalı.
Üniversiteyle kavgalı.
Sivil toplum örgütleri ve sendikalarla kavgalı.
İş dünyasının büyük bölümüyle kavgalı.
Medyanın merkezdeki bölümüyle kavgalı.
İlk soru şu olmalı:
"Bütün bu kesimler haksız, sadece ben mi haklıyım?"
İkinci soru da şu:
"Ben ne yanlışlar yaptım?"
Üçüncü soru:
"Bundan çıkış için ne yapmalıyım?"
* * *
Şunu iddia ediyorum:
AKP’nin ve yöneticilerinin geleceğini, partinin kapatılıp kapatılmamasından çok, bu sorulara verilecek samimi ve gerçekçi cevaplar tayin edecektir.

Ertuprul Özkök 23. mayıs 2008 hürriyet

Neden bildiri, neden şimdi?

By amanhem

Yargıtay'dan gelen, hem zamanlama hem de içerik olarak 'şoke' edici bildiriyi en iyi özetleyen Taraf'ın 'altı postal üstü cübbe' başlıklı haberiydi belki. Ama bu başlık Yargıtay Başkanlar Kurulu üyeleri ile ordu arasında bir 'ilişki' olduğu izlenimi veriyor. Bence gerçek hiç de öyle değil; 28 Şubat sürecinin altından çok sular geçti. O dönem yargı Genelkurmay'dan brifing alıyordu, bugün durum biraz farklı...

'Demokratik, laik ve demokratik hukuk devleti' ilkesinden söz edip, sonra da böyle bir bildiri yayınlamak mümkün mü? Bu 'ideal ve ilkeleri yüceltmeyecek kişi ve kurum yoktur' diyorlar ki ben hiç emin değilim. Bu bildirinin kendisi bu ideal ve ilkelere doğrudan aykırı... Evet, bildiride denildiği gibi hukuksuzluk bir milleti ve devleti çökertebilir. İyi de neden bu yapılıyor o zaman? Kendilerinin 'egemen' olmadıkları bir Türkiye'ye neden bu kadar acımasız olsunlar ki?

Milli iradenin bir tezahürü olan Meclis çoğunluğunun anayasa yapma ve değiştirme iradesini 'fırsatçılık' olarak tasvir edecek kadar bir sertlik egemen bildiriye. 'Yargının tarafsızlığı' fikrinden bile rahatsızlık var. Bildiri, AK Parti hakkında açılan davaya ve iddianameye de sahip çıkıyor. İddianame, sanki salt başsavcı tarafından değil başkanlar kurulu tarafından hazırlanmış gibi. İddianameye eleştiri getirenleri kapatma talebinin muhatabının 'yandaşları' olarak niteleyecek kadar siyasileşmiş ve devam etmekte olan bir dava ile ilgili görüşlerini açıklayabilecek bir yargıçlar heyeti var karşımızda.

Açıkçası, 'yargı bildirisi' bana 27 Nisan'ı hatırlattı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunun ardından aynı gün 367 talebinin Anayasa Mahkemesi'ne intikali gecesi yayınlanmıştı e-bildiri. Zamanlaması ve temel amacı üzerine yapılan yorumlarda 27 Nisan bildirisinin Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararını etkilemek olduğu iddia edildi. Sonuçta da bir hukuk garabeti yaratıldı ve 367 gereği kabul gördü. Amaç hasıl oldu yani.

Yargıtay bildirisi, 'ne alaka' dediğimiz bir zamanda geldi; bunun bir 'hikmet'i olmalı. Acaba, Anayasa Mahkemesi'nin kapatmaya ve yasaklara yanaşmayacağı bilgisi, duyumu ve sezgisi mi tetikledi bu bildiriyi? Olabilir...

İkinci ihtimal, Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan diğer davayı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilmesi üzerine açılan iptal davasını etkilemek olabilir. Raportörün geçen hafta yayınlanan ve davanın reddini öngören raporu ve önceki gün Haşim Kılıç'ın beyanı da bu bildiriyi tetiklemiş olabilir. Kapatma davası üzerinde de belirleyici olacağı kuşkusuz olan anayasa değişikliğine ilişkin davanın sonucundan da kaygı duymuş olmaları muhtemel. Her iki durumda da, Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan iki davayı açıkça etkilemeye yönelik bu girişim hukuk adına hiç de övünülecek bir metin değil. 27 Nisan bildirisinin bile sahipsiz kaldığını hatırlatalım; yazarı belli olmayan bir metin olarak kaldı. Ama Yargıtay bildirisinin altında kurul üyelerinin imzaları var. Yüksek yargıçlık kariyerinden bu bildiri mi geriye kalmalıydı?

Yazık, bu işlere girişenlerin kendilerini hukukla ve demokratik ilkelerle bağlı görmedikleri anlaşılmıştır. Yüksek yargıçlardan bir grup siyasetle, milli iradeyle ve demokrasiyle 'hesaplaşma'ya kalkışmaktadır. Cumhuriyetin temeli olan 'milli egemenlik'ten dönüş yoktur. Neredeyse yüz yıldır bu milletin aklına yer eden bu ilke 'bürokratik' egemenliğe izin vermeyecektir, hele mevcut ekonomik, siyasal ve kültürel koşullarda.

Hülasa, bu bildiri yargı reformunun ne kadar acil ve gerekli olduğunun bir kanıtıdır.

İHSAN DAĞI
23/05/2008 zaman

Bu kavganın galibi olmaz

By amanhem

Türkiye'de sistem kuvvetler ayrılığı üzerine oturur; yasama, yürütme, yargı. Burada kavga, çatışma değil uyum esastır. Sistemin sağlıklı yürümesi için üç erkin de sınırlarının dışına taşmaması zorunludur. Herkes kendi rolüne razı olmalıdır.

Kesinlikle başkasından rol çalmamalıdır. Yoksa düzenden, ahenkten söz edilmez, sistem tıkanır ve ülkeye karmaşa, çatışma egemen olur. Ayrıca bu kavganın kazananı olmaz. Ya herkes kaybeder, ya herkes kazanır.

Sözü, gündeme damgasını vuran Yargıtay'ın son açıklamasına getirmek istiyorum. Başkanlar Kurulu, yargıya yönelik eleştirilere ve hükümetin yargı reformuna ilişkin çalışmalarına sert tepki gösterdi. Kendilerinden önce AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi Rehn'in bilgilendirilmesine itiraz etti. Kabul etmek lazım ki; açıklamanın üslubu ve içeriği çok ağır. Halbuki tepki ve bazı hassasiyetler farklı ve daha yumuşak üslupla anlatılabilirdi.

Yargının son dönemde eleştirilerin odağına yerleştiği doğru. AK Parti'ye açılan kapatma davası içeride ve dışarıda yoğun tenkitlere neden oldu. İddianameden hareketle Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya eleştiri bombardımanına tutuldu. Yargıtay'ın açıklaması biraz da Yalçınkaya'ya destek çıkma, yalnız bırakmama çabası olarak görülebilir.

Olağan sınırlar içinde kalarak kapatma davası da, iddianame de pekala eleştirilebilir. Demokrasinin, açık toplum olmanın bir sonucu bu. Yargı çevrelerinin eleştirilere açık ve daha hoşgörülü olması lazım. Bildiriden, fazla alınganlık gösterdikleri anlaşılıyor. Unutmamak gerekir ki; bu tip çıkışlar, açıklama ve bildiriler yargıyı tartışmanın içine çekiyor.

Nitekim Yargıtay'ın açıklaması Ankara'da sert tartışmaların doğmasına neden oldu. İlk olarak Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin tepki gösterdi. Ardından hükümet karşı açıklama ile cevap verdi. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, "Bu siyasî bir bildiridir, kabul edilemez." dedi ve ekledi: "Yargıtay parti kapatma davası konusunda iddianameyi kutsayarak taraf olmuştur. Dava öncesinde yayımlanan bildiri açıkça mahkemeyi etkilemeyi amaçlamaktadır."

Hükümetin karşı açıklaması da üslup ve içerik olarak Yargıtay'ın bildirisinin dozuna yakın. Bu normal de. Yargıtay'ın açıklamasına sadece hükümet tepki göstermedi, değişik çevrelerden benzer itirazlar yükseldi. Bu durumun ise yargının daha da yıpranmasına neden olduğu aşikar. Yargıtay, bir bakıma açıklamasıyla eleştirilere davetiye çıkarmış olmadı mı?

İlginçtir, muhalefet partileri CHP ve MHP tam destek verdi. Özellikle MHP'nin tutumu kayda değer. Çünkü Yargıtay'ın açıklamasında Meclis'in yasama yetkisine de gönderme vardı. Burada kastedilen de başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakan Anayasa değişikliğiydi. Oysa bu düzenlemenin altında MHP'nin de imzası var. Onun da ötesinde MHP süreci belirleyen parti oldu. 'Ben varım' demeseydi, AK Parti'nin başörtüsü değişikliğini gündeme alması söz konusu değildi.

Yargıtay'ın bildirisinin sebep olduğu Ankara manzarası, Türkiye açısından iç açıcı değil. İçeride ve dışarıda devasa sorunlarla boğuşan bir ülkeyiz, üstelik ekonominin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, hal böyleyken başkentten verilen görüntüye bakın. Sürekli birbiriyle didişen, kavga eden, enerjisini içeriye harcayan bir ülke durumundayız. Yürütmenin mahkemelik olması yetmezmiş gibi yargı, kelimenin tam anlamıyla yürütme ile karşı karşıya. Yasamanın büyük bölümü de yargının hedefinde.

Bu manzara-i umumiye herhalde ülkesini seven hiç kimseyi memnun etmez. Etmiyor da. Bu günler herkesin çok dikkatli olması gereken günler. Zira Türkiye adındaki gemi su alıyor. Ya hep beraber kazanacağız ya da hep beraber kaybedeceğiz.

MUSTAFA ÜNAL
23/05/2008 zaman

Petrol şoku

By amanhem


Önceki hafta 125 dolar sınırını aşan dünya ham petrol fiyatları, dün de 135 doları gördü. Fiyatlar akıl almaz bir şekilde yükselmeye devam ediyor. Her yükselişin ardından pek çok sebep sıralanabilir, farklı yorumlar yapılabilir ama şurası bir gerçek ki, talep artışının da, spekülasyonun da etkisi muhakkak.

Bu gidiş iyiye işaret değil. Dünya piyasaları, birkaç gündür yükselen petrol fiyatlarının büyüttüğü enflasyon endişeleriyle çalkalanıyor. Herkes dertli.

Petrol ve doğalgazda neredeyse tamamıyla dışa bağımlı olan Türkiye ise bu fiyat artışından en fazla etkilenecek ülkeler arasında. En büyük korku cari açık ve enflasyon. Ama bugünlerde kimse bu konulara yeterince odaklanamıyor. Aylardır demokrasinin neresindeyiz onu tartışıyoruz. AK Parti kapatılacak, kapatılmayacak senaryolarını konuşuyoruz. İki gündür de Yargıtay'ın siyasi iktidarı hedef alan sert bildirisiyle çalkalanıyor memleket. Böyle gidecek olursa Türkiye, gerçekten zor günler yaşayabilir.

Petrol fiyatları, reel anlamda da tarihin en yüksek seviyelerinde. Fiyatta doların değer kaybetmesinin payı da var ama sınırlı. Kaldı ki, son dönemde dolar bir miktar değer kazandığında dahi fiyat gerilemedi, aksine yükseldi.

Uluslararası Para Fonu verilerine göre, petrol fiyatları son 10 yılda dolar bazında 8 kattan fazla arttı. Mesela 2005'te 100 olan endeks değeri 2007 yılında 133,3'e çıktı. Bu yılın ocak ayında 170,2'ye, nisanda da 204,4'e fırladı.

Fiyat artışı, Türkiye'nin petrol ve enerji faturasını her geçen gün kabartıyor. İthal edilen miktarda fazla bir artış yok. Fatura fiyattan dolayı şişiyor. Petrol fiyatlarının düşük seyrettiği 1998-1999 yıllarında enerji ithalatına 5 milyar dolar civarında para ödeyen Türkiye, 2002'de 9,2, 2003'te 11,6, 2004'te 14,4, 2005'te 21,2 ve 2006'da 28,8 milyar dolar ödedi. Geçen yıl ödenen rakamsa 33,9 milyar dolar. Bu yılın üç ayında ödenen para da yüzde 56,4 artarak 10,9 milyar doları buldu. Fiyatlar artmayıp yerinde kalsa dahi bu yıl enerji ithalatına gidecek paranın 50 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor.

10 yıl önce yüzde 10 seviyesinde olan enerji ithalatının toplam ithalat içindeki payı bugün yüzde 21,4. Bu gelişme bile enerji faturasının reel olarak ciddi bir yük haline geldiğini göstermeye yetiyor.

Bu bahsettiğimiz rakamlar, başta petrol, doğalgaz, kömür ve çok az da olsa elektriği içine alan "mineral yakıtlar" kategorisindeki değişim.

Bunun yanında bir de ana girdisi petrol olan birtakım ürünler var. Plastikten bazı kimyasallara kadar. Bunlar da dikkate alındığında ciddi bir "petrol şoku" ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Bu arada gıdadaki ve başta demir olmak üzere diğer emtia fiyatlarındaki artışları da unutmamalıyız.

İthalat harcamalarının artması, cari işlemler dengesinde daha büyük açık demek. Bu da ülke riskini büyütüyor. Çıkarılan siyasi riskler ayrı...

Enerji Bakanlığı'nın son yıllarda yürütmekte olduğu kaynak çeşitlendirme çalışmalarını takdir etmek gerekiyor. Fakat 1990'lı yılların sonunda had safhaya ulaşan enerjide çarpık yapılanmaya son vermek uzun zaman alacağa benziyor. Ve bulacağınız çözüm de sorunu tamamıyla ortadan kaldırmayacak. Neticede petrol ve doğalgaz ülkesi değiliz. Ancak, bilhassa elektrik üretiminde, sanayi ve ısınmada petrolün, doğalgazın yerine kayda değer ölçüde yerli alternatiflerle değiştirme imkânımız var.

Bunun yanında yapılabilecek en önemli hamle, cari açığı körükleyen ithalat bağımlısı sanayi altyapısının değiştirilmesi. Umarız bu sıkıntılar bu değişimin başlamasına vesile olur. Ve yükselen fiyatların enflasyon ve cari işlemler açığına etkileri, MB'nin yüksek faiz politikasıyla çözülmeye çalışılmaz. En akılcı ve sürdürülebilir çözüm, içeride. Önceki gün Devlet Bakanı Nazım Ekren başkanlığında yapılan Ekonomi Değerlendirme Toplantısı'ndan gıda ve enerjide yerel kaynakların daha fazla öne çıkarılacağını anlıyoruz. Bu önemli. Umarız MB'nin para politikası da buna destek olur.

KADİR DİKBAŞ
23/05/2008 zaman

AK Parti artık kapatılamaz

By amanhem

Üstünden zaman geçip sular durulduğu zaman daha iyi anlaşılacak. Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi, "AK Parti kapatma davası"nın aslında bir erkler savaşı olduğunu tescil etti.

Bu savaş, yargı erkinin yasama-yürütme ikilisine açtığı bir savaş. Diğer yandan bu bildiri, Türkiye'de bir "yargı bağımsızlığı" sorunu olmadığını da kayda geçirdi. Öyle ya, yargının bağımsızlığı kime karşı ileri sürülür? Yasama ve yürütmeye, özellikle de yürütmeye karşı değil mi? Emekli başsavcılarından Danıştay'ına, oradan Yargıtay'ına kadar her koldan yasama organında çoğunluğu ve iktidarı temsil eden partiye karşı yürütülen ve bütünüyle siyaset kokan savaş, yargının zaten bağımsız olduğunun da bir delili değil mi?

Yargıtay bildirisi Türk hukuk tarihinin önemli inceleme konularından biri olmaya aday. Hukuk öğrencileri bu bildiriyi, yargı bağımsızlığı ile yargının tarafsızlığı arasında işlemeyen sebep sonuç ilişkisine örnek olarak ele alabilirler. Türk yargısı bağımsız. Siyasî iktidara karşı yargının her cephesinde savaş yürütecek kadar bağımsız. Bildirinin kendisi tek başına bu bağımsızlığın kanıtı. Türk yargısı bu bağımsızlığı, tarafsızlığını korumak için değil, yürütme-yasama ikilisine karşı bir iktidar alanı olarak kullanıyor. Laiklik, demokratik iktidarlara karşı bürokrasilerin iktidar gerekçesi...

Bildiriyi yayınlama sebebinin, geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanlığı'nın AB'ye gönderdiği "Yargı reformu strateji belgesi" olduğu aşikar. Yargıtay bu belgenin kendilerine ve yargının diğer kurumlarına danışılmadan hazırlanmasını, affedilmez bir hata olarak kabul ediyor. Bu şikâyet anlaşılır bir durum. Bu strateji belgelerinin çerçevesinin zaten belli olduğu, önemli olanın içerikte reform sürecinde oluşacak çerçeve olduğunu söyleyerek, Yargıtay'ın itirazının sadece usule dair olduğu öne sürülebilir. Konu doğrudan doğruya yargının kendisini, özellikle de yargı bağımsızlığına dair temel düzenlemeleri ilgilendirdiği için, Yargıtay'ın gösterdiği hassasiyet meslekî bir itiraz olarak görülebilir.. Ancak bu itirazın yapıldığı metinde, Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan bir dava hakkında hüküm tesis etmek, bir yüksek yargı organının aklından bile geçirmemesi gereken bir yol olmalıdır. Yargıtay, Başsavcı'nın iddialarına sahip çıkarak, eleştirileri "akıl ve mantık dışı" bularak, AK Parti aleyhinde taraf olmaktadır. Bildiri bir bütün olarak değerlendirildiğinde Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun, "Siz bize sormadan yargı reformuna girişirseniz, biz de böyle yaparız." dediğini düşünenler çıkabilir.

Yargıçların bir yanılgısı var. Hukuk Devleti'nde hukuku yargıçlar temsil etmez. Hukuk, kaynağını anayasadan alan yetkileri kullanan bütün kurumlar tarafından temsil edilir. Yargıçlar hukuku temsil etmezler, bir anlaşmazlık veya hukuk ihlali olduğu zaman hukuku uygularlar. Yargı herkesin uyması gereken hukukun teminatıdır. İşte bu yüzden yargı erkinden, uyması gereken hukuka aykırı bir ses ve eylem gelirse, hukuku uygulamak imkânsız hale gelir.

Yüksek yargıçlar, üstelik yargı erkini temsil kudreti en yüksek olan yargıçlar, bir mahkemede görülmekte olan bir dava hakkında bir bildiri altına imza koyarak taraf oldular ve hüküm tesis ettiler. Yargıtay Başsavcısı'nın iddianamesine bugüne kadar yöneltilen eleştirilerle, Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun savcıdan yana koyduğu ağırlığı adaletin şaşmaz terazisinin iki kefesine koysak, acaba hangisi ağır basar? Üstelik ortada yargı erkinin taraf olduğu bir yargı reformu sürecine dair tartışmalar varken. Hukukun vazgeçilmez iki temel prensibini hatırlayalım. Birincisi, kimse kendi davasının yargıcı olamaz. İkincisi, doğal yargıç kuralı, adil yargılamanın vazgeçilmez şartıdır. Yargıtay kendi davasının yargıcı oldu ve Anayasa Mahkemesi'ni de bu pozisyona sürükledi. Yargıtay'ın tesis ettiği hüküm ile, doğal yargıç prensibine aykırı olarak Anayasa Mahkemesi'nin yerine geçmiş oldu.

AK Parti'nin artık kapatılamayacağından emin olabiliriz. Aksi takdirde bu hata düzeltilemez.

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
23/05/2008 zaman

Hoca Efendi kuş misali!

By amanhem


HERKES ABD’de yaşadığını zannediyordu ama meğerse Fethullah Gülen, İzmir’den hiç ayrılmamış!
Çünkü SSK kayıtlarından anlaşıldığına göre kendisi İzmir’de ajanda ve defter üreten bir şirkette "redaktör" olarak çalışıyormuş!

Her ay sigortası yatırılıyor, maaşı da elden bir yakınına ödeniyormuş.
Matbaanın yöneticilerinden biri Fethullah Gülen’in, matbaada basılan dergi gibi yayınların "tashih/düzeltme" işlerini yaparak bu parayı ve sigortasının yatırılmasını hak ettiğini söylüyor.
Ancak Fethullah Hoca’yı ABD’ye gidip gören, çok sayıda görgü tanığı da var.
Bu durumda Fethullah Gülen’in, aynı anda iki yerde birden bulunabiliyor olması söz konusu ki aradaki mesafe jet uçuşu 11 saatten fazla!
Ama "ermiş kişilerin istedikleri anda istedikleri yerde olabileceklerine inanan" bir arkadaşımdan biliyorum, bu mümkün!
Zaten bununla ilgili bir atasözümüz bile var: Şeyh uçmaz, müritleri uçurur!
Burada müritlerin hem uçurmak hem de şeyhin kolay emekli olup, devletten emekli maaşını almasını sağlamak gibi bir fonksiyonları da ortaya çıkıyor.
Burada bir etik tartışması yapmayı da gereksiz görüyorum.
Her şeyleri bir takiye perdesinin arkasına saklanmış kişilerin, böyle küçük etik meseleleri kendilerine dert etmeyeceklerini biliyorum çünkü.
Biraz gözyaşı, "Hoca Efendi’ye komplo kurmuşlar" konulu Zaman’da ve Sabah’ta yazılacak birkaç tane kompozisyonla bu konu da unutulur, gider.
Halkımız unutur ama ilahi arşiv unutmaz tabii.
Şu "yetim hakkı yeme" meselesi, o arşivden alınıp, insanların önüne bir gün çıkarılır nasıl olsa!
Müslüman, ’canı sıkılan insan’ olmak zorunda mı?

AHMET Hakan, dün Hürriyet’te, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın oğlunun evlilik töreninde çekilmiş fotoğraflar yayımladı.
Yazısında, İslamcı kesimde bu konuyla ilgili olarak yürütülen tartışmaları özetledi.
Geçen gün Ömer Lütfi Mete’nin bir kitabı elime geçti.
"Aşksız, Zevksiz... Allah’sız Müslümanlık - Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu" adını taşıyor. (Profil Yayıncılık.) Bu kitap, yazarın "Hacıyağı ile Parfüm Arasında" isimli kitabının elden geçirilmiş, yeni baskısı.
Ömer Lütfi Mete ile aynı dünya görüşünü paylaşmıyorum. Ama yazılarından yararlandığımı da söylemeliyim.
Mete, İslám’ın "ürkütücü bir Tanrı tarafından konulmuş külfetler bütünü" olarak algılanmasından duyduğu rahatsızlığı irdeliyor.
"Sürekli dilden Allah’ı anmasına ve sürekli dini etkinlikler yaşamasına rağmen, kendisi gibi olmayanlar üzerinde derin bir saygı ve hatta imreniş uyandıramayan Müslümanlık türünün, Allah’ın muradıyla örtüşebildiğini düşünemiyorum" diye yazıyor.
Siyasal İslam’ı savunan bazı kişilerde, dinin kaynağından uzaklaşmaya yol açan ideolojik çarpılmanın nedenlerini araştırıyor.
Bu konulara ilgi duyan okuyucularımın da bu kitaptan haberdar olmasını istedim.
Çok konuşmak yargıca zarar verir
BAZI meslekler vardır ki mensuplarının çok fazla konuşması, kamuoyunun önüne sıkça çıkması doğru değildir.
Bunlar esasen "güven" üzerine iş yapılan mesleklerdir ki çok konuşmak, doğası gereği bu güvenin zamanla erozyona uğramasına ve o meslekteki kişilerin yıpranmalarına neden olur.
Mesela bankacılık böyle bir meslektir. Hekimlik de öyle.
Askerlerin de kamuoyunun önüne çıkıp, çok konuşmalarının böyle bir sakıncası vardır.
Bütün bunların içinde kuşku yok ki en önemlisi de yargıçlardır.
Yargıçların, günlük meselelerin dışında kalmaları, olaylara ve kişilere mesafeli kalmaları gerekir ki günün birinde mahkeme salonunda bu konuda bir şey söyledikleri zaman, sözleri tartışmalara konu olmasın.
Benim lügatimde yargıç, mahkemede kararlarıyla konuşan kişidir. Başka bir söz söylemesi gerekmez. Çünkü toplumda yargıçlara güven bir kere sarsılırsa, bir toplumu ayakta tutan en temel unsurlardan biri zarar görür.
Bunu uzunca bir süredir yazmak istiyordum, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun açıklaması nedeniyle bugün yazıyorum.
AKP’nin kapatılması ile ilgili dava açıldığından beri, Yüksek Yargı organları ile ilgili ciddi bir siyasi kampanya yürütülüyor.
AKP, bir yandan içerideki elemanlarıyla öte yandan dışarıda söz geçirebildiği kişiler aracılığıyla bunu bilinçli olarak yapıyor.
Ancak bununla mücadelenin yolu, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını tartışılır hale getirecek eylemler de olmamalı.
Ortada yargıyı ilgilendiren bir konu varsa (ki var) yargıcın konuşacağı yer artık mahkeme salonudur, kameraların ve gazetecilerin önü değil!

Mehmet Y. Yılmaz 23 mayıs 2008 hürriyet

Biz çözemezsek, kucağımızda bir arabulucu buluveririz.

By amanhem

Uluslararası basında, Türkiye’deki Kürt sorunuyla ilgili arabuluculuk müessesesinin çalıştırılmaya başlanması önerisi çıktı. Bugün için paralı ilan gibi ortaya atıldı, ancak yarın büyük bir sorun olarak başımıza dert açabilir. Eğer biz harekete geçmez ve beklemeyi sürdürürsek, içinden çıkılmaz bir sürece girebiliriz. Hazırlıklı olmak ve bu sorunun ekonomik-siyasi-kültürel paketi üzerinde artık çalışmaya başlamak zorundayız.

Fransız Le Monde ve dünya çapında en çok okunan ingilizce İnternational Herald Tribune gazetelerinde iki gün önce tam sayfa ilanlar yayınlandı.

Fransa’da faaliyet gösteren ve genelde ciddiye alınan Kürt Enstitüsü tarafından verilmiş bir ilan.

Avrupa ülkeleri ve Amerikan hükümetleri ile düşünürleri ve Uluslararası kamuoyuna bir çağırıda bulunuluyor.

Temel amacı, Kürt sorununa dikkat çekmek.

PKK’nın silah bırakması gereğine de dikkat çeken bu bildiri, bunun gerçekleşebilmesi için, yeni anayasada Kürt varlığının yasal olarak tanınması, Kürtçe’nin başta eğitim olmak üzere, iletişim organlarında serbestçe kullanılması, siyasi af çıkarılması , köy koruculuğu sisteminin dağıtılması, 1990’larda boşaltılan 3 .400 köyün yeniden inşası ve eski Kürt isimlerin geri verilmesi gereğinin üzerinde duruyor.

Final mesajı ise özetle şöyle:

...Türkiye’de çok sayıda yazar, düşünür ve aydın Kürt sorununun çözümü için çaba harcıyor, ancak sonuç alamıyor...Bundan sonra da bir sonuç alamayacakları ortada. Bu durumda atılacak en doğru adım, Uluslararası prestiji olan bir kişiyi arabulucu olarak atamaktır...”

Bildiride, bir adım daha atılarak, her biri diğerinden tanınmış ve saygın arabulucu adayları dahi ortaya konuyor.

Bernard Kouchner (Fransa eski dışişleri bakanı),Tony Blair (İngiltere’nin eski başbakanı), Marrti Ahtisari (Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı) , Felipe Gonzales (Eski İspanya Başbakanı) örnek gösteriliyor. Bu isimler Uluslararası kamuoyunun çok iyi tanıdığı ve daha önce İrlanda, Bask, Katalan ve Kosova sorunlarında da arabuluculuk rolü oynamış ve sonuç alabilmiş kişilerdir.

Asıl dikkatleri çeken nokta bu dört ismin özellikle üçünün (Blair,Ahtisari,Gonzales) Türkiye tarafından da sempatik bulunmasıdır. Özellikle Ahtisari, Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılması için özel çaba harcamış ve başkanlığını yaptığı akil adamlar gurubu, Türkiye’yi bu alanda destekleyen tek kurum olmuştur.

ARABULUCULUK EN BÜYÜK TEHLİKEYİ OLUŞTURUR...

Bence, Kürt sorunuyla ilgili en büyük tehlike işte budur.

Yani, sorunlar çözülmez veya çözülmesi için herhangi bir çaba harcanmazsa, günün birinde bir de bakarsınız, bir yerlerden arabuluculuk önerileri çıkmaya başlar.

Bu açıdan bakıldığında, Kürt Enstitüsünün bildirisi son derece önemli ve Türkiye açısından da en tehlikeli bir gelişmenin ilk fitilini yakmaktadır.

Eğer ortada kan dökülen bir sorun varsa, bu sorun bölgedeki diğer ülkeleri de etkiliyorsa ve de muhataplardan biri hiç kıpırdamıyorsa, arabuluculuk çalışmaları derinden derine başlatılır.

Hemen harekete geçilmez.

Beklenilir ve bir gün aynı öneri bu defa Sivil Toplum Örgütleri tarafından ortaya atılır. Ardından hükümetler düzeyinde konuşulur. Sonunda da Birleşmiş Milletler veya Avrupa Konseyi- Avrupa Parlamentosu gibi Uluslararası kuruluşlardan öneriler gelir.

Biz kabul etmezsek kimse arabulucu olamaz” da diyemezsiniz.

Sizi öyle bir anda, öyle yakalarlar ki HAYIR diyecek zaman dahi bulamazsınız.

Arabuluculuk müessesesi de çok risklidir.

Unutmayalım ki, ne kadar sizden yana veya sizi anlayan bir arabulucu bulunursa bulunsun, bu kişi her iki tarafı tatmin edebilmek için, sizin açınızdan hayati önemdeki bazı noktaları göremeyebileceği gibi, görmekte istemeyebilir.

İşte böylesine zor bir duruma düşmek istenmiyorsa, uzunca bir süredir beklenmesine rağmen, bir türlü harekete geçirilemeyen, Kürt sorunu paketine eğilmek ve hareketlenmek gerekmektedir.

Alarm zillerinin çalması gerektiği bir döneme giriyoruz.

Yine unutmayalım ki, Kürt sorunu giderek bizim inisiyatifimizden de çıkmaktadır. Artık Irak nedeniyle, Amerika da bu sorun ile yakından ilgilenmek durumundadır...Avrupa, Türkiye’nin adaylığı ve kendi topraklarında yaşayan Kürtler nedeniyle, sorunun bir parçasıdır.

En doğru yaklaşım , biran önce gelişmeleri ciddiye almak ve siyasi-ekonomik-kültürel paket üzerindeki çalışmaları başlatmaktır.

* * *

MAHALLE BASKISI 1 YAŞINA BASTI…

Tam 12 ay geçmiş.

Prof. Şerif Mardin hoca geçen yıl Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşi de ilk defa “mahalle baskısından” söz etmiş ve kıyametler kopmuştu.

Kıyametler kopmasının başlıca nedeni, Şerif beyin söylediklerinin doğru olmasından ve hepimizin “ Valla çok doğru” demesinden kaynaklanmıştı.

Aradan geçen zaman içinde neler oldu ?

Mahalle baskısı hangi noktalara geldi ?

En önemlisi de, Prof. Mardin’in ne demek istediğinin tartışılması.

İşte bu üç konu, SORAR’ ın düzenlediği, Cuma günü 14.00’te Cemal Reşit Rey salonundaki bir konferansta tartışılacak. Ruşen Çakır’ın yönetiminde, Prof Toprak, Prof Sarıbay, Prof Keyman, Doç Subaşı ve Dr. Tuksal katılacaklar. Tabii baş konuk Prof. Şerif Mardin olacak. Soruları yanıtlayacak.

Meraklı olanlara duyurulur.

Giriş bedava, çaylar şirketten !


M. Ali Birand 22-mayıs-2008 hürriyet

Y- Muhtıra

By amanhem

TÜRKİYE bir "muhtıralar ülkesi" ya... Geçen yıl Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan 27 Nisan tarihli açıklamaya meslektaşlarımız "e-muhtıra" adını koymuşlardı.

Dün Yargıtay Başkanlar Kurulu tarafından yayınlanan bildiriye de galiba "Y-Muhtıra" demek gerekecek.

Şaka bir yana...

Genelkurmay’ınki ile dünkü bildiriyi aynı terazide tartmak yanlış olur.

Birincisi, hukuk sistemine ve onun bağımsızlığına "müdahale" niteliği taşıyordu.

Dünkü "hukuk sisteminin bağımsızlığını" vurguluyor ve sistemin sesini duyuruyor.

Birincisine "hukuk" adına itiraz anlamlıydı. Buna hukuk adına itiraz saçmalıktır.

Ama hükümetimiz son aylardaki şaşkınlığını üstünden atamadığı için olsa gerek bu bildiriye de tepki gösterdi. Hatta Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in;

"Açıklama yapmayı gerektiren bir olgu ortada yokken, böyle bir açıklama yapmanın mantığını anlayamıyorum.

Bu bildiri tam dam üstünde saksağan olmuştur.

Bildiride yargının, yürütmenin güdümüne sokulmak istendiğine dair bir ifade var.

Ne yürütme ne de yargı diğerinin güdümünde değildir ve olmamalıdır.

Bu zamana kadar olmamıştır.

Bundan sonra da olmayacaktır.

Adalet Bakanı olarak, yargı mensuplarına derin bir saygım var.

Ancak zaman zaman yapılan bu tür bildirileri biraz da siyasi amaçlı olarak değerlendirdiğimi belirtmek istiyorum"
dediği bildirildi.

Peki ne diyordu bu bildiri?

Aslında yeni bir şey yok.

Tüm yargı gibi Yargıtay Başkanlar Kurulu da, bugünkü siyasi iktidarın "yargıyı kendine bağımlı hale getirme" çaba ve planlarından rahatsızdı.

Bu rahatsızlığını 28 Eylül 2007 tarihinde -Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında kapatma istemiyle dava açılmasından üç ay kadar önce- yayınladığı bildiride dile getirmişti.

Örneğin, Anayasa’da değişiklik yapma teşebbüslerinin "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" ilk dört maddeyi doğrudan veya dolaylı olarak hedef alması -özellikle laikliğin zaafa uğratılması- ihtimaline karşı duyarlı olacaklarını bildirmişti.

Keza "siyasetin yargıyı etki altına alma" teşebbüslerine izin verilmeyeceği ifade edilmişti.

Bu bildirinin siyasi iktidar tarafından dikkate alınmadığını hepimiz biliyoruz.

AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davanın ardından yargının sistemli şekilde hakaret hatta saldırı hedefi olduğunu da görmeyen kalmadı.

Bütün bunlara tüm yüksek yargı kurumlarını yok sayarak önce AB Temsilcisi Olli Rehn’e sunulan "Yargı Reformu Stratejisi" başlıklı taslak da eklenince yargı sesini duyurmak zorunda kaldı.

Bu çıkışa Yargıtay Başkanlar Kurulu’nu zorlayan bir nedenin de Yargı Reformu Stratejisi başlıklı taslakta "yargıya güven" başlığı altında "ulusal yargının ve mensuplarının yabancılara şikáyet edilmesi" olduğu anlaşılıyor.

Bize kalırsa bildirinin gözlemleri ve teşhisleri birebir doğrudur.

Ama bugünkü siyasi iktidarın, "yargı""mutlak tarafsızlık" gerekçesiyle, (28 Eylül tarihli bildirideki ifadeyle) "laik cumhuriyet ve ulusal birlik söz konusu olduğunda taraf olmaktan çıkarmayı" hedeflemesine değinmemiş olması, bildirinin büyük eksiğidir.

Çünkü Laik Cumhuriyet için asıl tehlike oradadır.

Oktay Ekşi 22-mayıs-2008 hürriyet

Gül, krizi nasıl yönetecek?

By amanhem

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dünkü açıklamasında, yaşanmakta olan yönetim krizinin sinir uçlarına dokunan bazı kilit ifadeler vardı.
Örneğin, “cepheleşmenin anayasal kurumlara sirayet etmesi”. Örneğin, bu kurumların içine girdiği “bildiri savaşı”. Örneğin, işin “şirazesinden çıktığının” saptanması, Türkiye’nin “nereye sürüklendiğinin” sorulması; “anayasal kriz” ve nihayet “rejim krizine” doğru gidildiği uyarısında bulunulması.
Uzun açıklaması sonunda Bahçeli Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e anayasal görevini hatırlatarak şu çağrıda bulundu:
l “Anayasa’nın 104. maddesi uyarınca “Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme” görev ve yetkileri Sayın Cumhurbaşkanı’nın uhdesindedir.
Bugün gelinen noktada Cumhuriyetin Temel Organları arasında aleni bir çatışma yaşanıyor olması karşısında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu konuda inisiyatif alması yerinde ve yararlı olabilecektir.
Bu amaçla konunun bütün yönleriyle bir diyalog ortamında ele alınarak bu çatışmalara son verilmesi için Sayın Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında Yasama, Yürütme ve Yargı kurumları başkanlarının bir araya gelmesi üzerinde durulmalıdır.”
Bahçeli’nin Gül’e anayasal görevini hatırlatmasına ihtiyaç var mıydı? Demek ki Bahçeli bir muhalefet lideri olarak o ihtiyacı duydu.
Açıkçası Bahçeli, Gül’ü bir rejim krizi konusunda uyardı ve krizi yönetmeye davet etti.
Gül ne diyecek?
Konu, öğleden sonra, tam olarak Gül, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile 50 dakika kadar süren düzenli görüşmesini yapmasının ardından bir kabul sırasında gazeteciler tarafından Gül’e soruldu: Girişimde bulunacak mıydı?
Gül’ün yanıtı “Önüme yeni geldi. İnceliyorum, değerlendireceğiz” oldu.
Bu ‘bardağın yarısı dolu’ türünden ortada bir yanıt kabul edilmeli. En azından Cumhurbaşkanı bu hatırlatmayı ve öneriyi peşinen geri çevirmemiştir denebilir.
Ancak Gül, önüne gelen Bahçeli açıklamasını okuduğu zaman, “Rejim krizine gidiş” olarak adlandırdığı duruma zemin oluşturan unsurların, AK Parti’ye ağır suçlamalar içerdiğini de görecek.
Bazılarını aktaralım:
l “Başbakan Erdoğan ve AKP, bağımsız Türk yargısını hedef alan, hukuk ve ahlak dışı bir taciz, tehdit ve terör kampanyası başlatmış”, (..) “yargıya karşı adeta cihat ilan etmiş”, (..) Anayasa Mahkemesi’ni baskı altına almak için yabancı başkentlerde yargıyı ihbar turlarına çıkmış”, (..) Anayasa Mahkemesi kararının ne olması gerektiği konusunda da yol gösterilmeye yeltenilmiştir”.
Bahçeli, 21 Mayıs’taki (içeriğine tam katılmadığını söylese de) Yargıtay Başkanlar Kurulu açıklamasının “yargıyı hedef alan sistemli tahrik ve tehditlerin sürdüğü” böyle bir ortamın sonucu olduğunu da vurguladı açıklamasında.
Gül’ün içinden geldiği AK Parti’ye yönelik bu ağır suçlamaları okuyup, bunların yol açtığı söyelenen bir krizi yönetmeye talip olması zor bir karar olacak. Doğrusu MHP lideri, Gül’ü zor bir kararla karşı karşıya bıraktı.
Zor ama önemli görev
Üstelik bu krizin merkezinde yer alan Kapatma Davası’nın muhataplarından biri de Cumhurbaşkanı Gül. Dolayısıyla bu konuda atacağı her adım çok dikkatli olmak zorunda; aksi halde başta muhalefet olmak üzere, çabalarını ‘kendisini kurtarmaya çalışmak’ olarak boşa çıkarmak isteyenler çıkabilir.
Gül’ün böyle bir girişimine MHP lideri Bahçeli’nin katkı vereceğini çağrıyı yapmasından varsayabiliriz.
Peki CHP lideri Deniz Baykal ne diyecek? Baykal daha önce Irak ve terörle mücadele konusunda Gül’ün konuşma ve yemek davetine olumlu yanıt verdi.
Ama Gül’ün 23 Nisan münasebetiyle yaptığı davete gitmedi. nedenlerini de geçen CHP, Grup toplantısında “Gösterişle, nümayişle işimiz yok” diye açıkladı.
Bir zorluk da, Bahçeli’nin Gül’e çağrısının yalnız parti gruplarını değil, yasama, yürütme, yargı kurumlarının başlarını da kapsaması.
Ama bütün bunlar, Gül’ün Anayasa’nın 104’üncü maddesinde yazılı “Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme” görevine engel mi olmalı? Gül, Kapatma Davası’nın oluşturduğu atmosferin anayasal görevlerini yerine getirmesine engel olmasına izin mi vermeli? Yoksa sorunun üzerine, siyaset gömleğini çıkarmış ve yürütmeye karşı denetleme-dengeleme görevi olan bir Cumhurbaşkanı sıfatıyla, uygun yöntemlerle gitmeyi tercih mi etmeli? Cumhurbaşkanı’nın alacağı zor, ama önemli bir karar olacak.

 

Murat Yetkin 23-mayıs-2008 radikal

Karanlıklar prensi değilim!

By amanhem

Meğer ‘Haşim Kılıç’ın umudu’ başlıklı yazımdan sonra gün boyu sorguya tutulan tek ben değilmişim.

Akşamüzeri BaşbakanYardımcısı Cemil Çiçek aradı.

Mecliste kiminle karşılaşsa yazımda bir cümle olarak geçen ‘resmiyet kazanan gizli misyonu’ ile ilgili sorguya tutulmuş.


‘Sizin komplocu olmadığınızı biliyorum ama bu ortamda benimle ilgili ‘gizli misyon’ tabirini kullanmanız, herkesin bin bir türlü başka senaryolar üretmesine sebep oldu.’
dedi.

Uzun uzun parti kapatma davasıyla birlikte Ankara’nın nasıl mantık sınırlarını zorlayan senaryolar şehrine dönüştüğünü anlattı.


‘Ellerinden gelse benden bir dönem ‘karanlıklar prensi’ olarak meşhur olan Richard Perle gibi bir portre çıkaracaklar ama inanın ben öyle bir adam değilim.

Ne yapıyorsam, kamuoyunun önünde arkadaşlarımla birlikte partim ve devletim için yapıyorum.’
dedi.


‘Her şey Tayyip Bey ve partinin yetkili kurullarının bilgisi dahilinde’
demeyi de ihmal etmedi.


Yarım saati bulan telefon konuşmamızda Cemil Bey’in anlattıkları arasında şu an içinde bulunduğu psikolojiyi anlatması bakımından üç şey dikkatimi çekti.


Bir
,
‘Eğer partinin savunma işini tamamen bana mal ederseniz, hem savunma için beraber çalıştığım diğer arkadaşlara haksızlık etmiş olursunuz, hem de ilerde diyelim ki parti kapandı, o zaman siyaseten bütün faturanın bana çıkmasının yolunu açmış olursunuz.

Türkiye’de siyaset böyledir, bir iş için uğraşır başarırısınız takdir eden olmaz.

Sonuç iyi olmaz, o zamana kadar yaptıklarınız unutulur fatura size çıkar.’


Cemil Bey
deneyimli bir siyasetçi.

Bu yüzden her türlü ihtimali dikkate alıyor.


Fakat yanlış anlaşılmasın Çiçek AK Parti’nin kapatılacağına inanmıyor.


İki defa tekrarladı ve ‘takdir edersiniz ki benim de partimin kapanmayacağına inanma hakkım var’ dedi.


Ne dese başka bir tarafa çekileceğini bildiği için dile getirdiği her görüşü yan anlamlarını da dikkate alarak izah etti.


İki,


Çiçek
hem Adalet Bakanlığı döneminde AB reform sürecine yaptığı katkılardan hem de rahmetli Turgut Özal ile birlikte siyaset yaparken başına gelenlerden ilginç örnekler verdi.


Özal
’a ilişkin anlattıkları bu güne yani Tayyip Erdoğan ile ilişkisine de ışık tutuyor.


‘İyi zamanlarında Özal’ın bir yanında olanlar vardı bir de yakınında olanlar.

Zor zamanlarında ve ölümünde ise sadece yanında olanlar.

Semra Hanım’ın il başkanlığına itiraz ettiğimde yakınında olanlar ‘deli misin Turgut Bey’i niye karşına alıyorsun?’ dediler.

Ama ben gerektiğinde eleştirerek iyi zamanında da kötü zamanında da hep yanında oldum.

Son zamanlarında yanında benimle birlikte birkaç kişi vardı.’


Cemil Çiçek
tıpkı Özal gibi Erdoğan’ın da sonuna kadar yakınında değil yanında olacağını söyledi.


Benim ‘gizliden resmiyete dönüşen’ olarak tanımladığım misyonunu ise şu şekilde tarif etti: ‘Türkiye’nin AK Parti’ye ve Tayyip Erdoğan gibi bir siyasetçiye kesinlikle ihtiyacı var.

Keşke başka alternatifler de olsa ama maalesef yok.

AK Partinin kapatılması, Tayyip Bey’in siyaset dışına itilmesi çok vahim bir hata olur. Bana yüklediğiniz misyon buysa evet bunu görüştüğüm herkese anlatıyorum.’


Üç,

Çiçek partisini savunmak için sonuna kadar mücadele edeceğini ısrarla belirtti.

Fakat bir noktadan sonra ‘devlet mi parti mi derseniz tereddütsüz devletimin çıkarları derim’ demeyi ihmal etmedi.

Ve bunu öylesine hamasi bir laf olarak söylemediğini de belirtti.


Cemil Bey
’e söz verdim tüm bu konuları ilk Ankara ziyaretimde yüz yüze konuşacağım.

Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim.


Cemil Çiçek
tüm enerjisini partisi ile devleti arasında sıkışıp kalmamak için harcıyor.


Bunu sadece kendi kişisel kariyeri için değil, ülkesinin geleceğine dair duyduğu kaygılardan dolayı yapıyor.


Türkiye’nin laiklik ve demokrasi arasında bir tercihe zorlanmasını, AK Parti meselesinin ötesinde devletin toplumla kurduğu bağın kopması-zedelenmesi olarak görüyor.


Fakat işi çok zor.


Çünkü tüm bu uzlaştırma çabasına rağmen şimdilik ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabiliyor!



Eyyüp Can 22-mayıs-2008 referans

Gazprom ve yeni başkan

By amanhem

Başbakan Vladimir Putin yeni hükümetinde önemli değişiklikler yapmış bulunuyor. Bunlardan en önemlisi 'süper bakanlar' da denen yedi başbakan yardımcısından meydana gelen bir oluşum.

Çok önemli görevleri üstlenen başbakan yardımcılarından beşi normal başbakan yardımcıları, ki bunlar Sergey Ivanov, Aleksandr Zukov, Igor Seçin, Sergey Sobyanin ve Aleksey Kudrin. Diğer iki başbakan yardımcısı ise başbakan birinci yardımcıları; yani bunlar diğerlerinden üstün konumdalar. Putin'in devlet başkanlığı görevlilerinden Igor Şuvalov ve Putin selefi eski Başbakan Viktor Zubkov bunlar.

Putin'in geçen eylül ayında sürpriz bir şekilde başbakan olarak atadığı ve bu aya kadar görev yapan Zubkov başbakan birinci yardımcısı olarak Rus tarımını canlandırmak ve yeniden yapılandırmaktan sorumlu olacak.

Bu önemli göreve ilaveten Zubkov, Rusya'nın en önemli ve en büyük şirketi olan enerji devi Gazprom'un da başkanlığını üstlenecek. Gazprom'un CEO'su Aleksi Miller'in geçenlerde Manchester'da yaptığı açıklamaya göre şirketin yıllık hissedarlar toplantısının yapılacağı 27 Haziran günü Zubkov yeni başkan olarak seçilecek. Böylece Zubkov, devlet başkanı olduğu için başkanlık koltuğunu boşaltan Dimitri Medvedev'den sonra Gazprom'un yeni başkanı olarak bu dev şirketi yönetecek.

Putin'in devlet başkanlığı döneminde kendisinden çok faydalandığı Zubkov, Putin'e birçok bakımdan çok yakın birisi. 67 yaşındaki Zubkov'un Başbakan Vladimir Putin ile yakınlığı her ikisinin St. Petersburg belediyesinde birlikte çalıştıkları döneme kadar gidiyor. Zubkov'un başbakan olmadan önceki son görevi Federal Mali İzleme Dairesi başkanlığıydı. 2004 yılından 2007 yılına kadar bu dairenin başkanı olarak ana görevi Rusya'nın milletlerarası camia ve Mali Eylem Görev Kuvveti olarak bilinen global para aklama ve mali suçları izleyen teşkilat nezdindeki mali itibarını artırmak, bunların güvenini kazanmaktı. Zubkov bu konularda gerçekten başarılı bir performans sergiledi, Rusya'nın mali itibarını yükseltti.

Bu görevleri yerine getirirken şüphesiz birçok kanunsuz eylem ve bunların failleri hakkında birçok bilgi edindi, dosyalar düzenledi, kısacası Rusya'nın birçok nüfuzlu kişileri hakkında kimsenin bilmediği bilgilere ulaştı. Bu yüzden Zubkov'un Rusya'daki hem meşru ve hem de kanunsuz para hareketleri ve bunların sahipleri hakkında en çok bilgi sahibi olan kişi olduğu rahatlıkla söylenebilir ve bunun da Putin nezdindeki değerinin çok yüksek olmasını sağladığı, ayrıca sadakatinin de ayrı bir avantaj olduğu ileri sürülebilir.

Bu özelliklere sahip Zubkov'un ayrıca çok metodik ve çok çalışkan birisi olduğu, özellikle zamanı iyi kullandığı, çevresindekilerden de bunları istediği söyleniyor. Herhangi bir işi zamanında yapmanın onun en önemli vasfı olduğu da belirtiliyor.

Viktor Zubkov önümüzdeki aydan itibaren Gazprom gibi bir devin bir numaralı yöneticisi ve sorumlusu olacak. Gazprom malum dünya enerji piyasalarına yön veren, bunu yaparken siyasi dengeleri etkileyebilen bir enerji devi. Rusya bakımından da bir dev ayrıca. Hem istihdam ve hem de federal bütçeye katkısı muazzam boyutlarda. Bütçeye katkısının toplam bütçenin yüzde 20'sine tekabül ettiği söyleniyor. Medyadan tarıma, sanayiden havacılığa kadar pek çok sahada yatırımları ve kuruluşları olan Gazprom, yetkililerine bakılırsa 2014 yılında dünyanın en büyük şirketi Amerikan Exxon Mobil'i geçerek birinci olacak.

Esasen enerji bakımından bakılırsa Gazprom zaten dünyanın birinci şirketi. Doğalgaz ve ham petrol üretimi birlikte değerlendirildiğinde toplam enerji satışıyla şirket dünya şampiyonu Suudi Arabistan'ı da geçiyor.

Viktor Zubkov işte böyle bir devin başkanı oluyor. Bu gerçekten çok önemli bir gelişme bize göre...

Fikret Ertan 22-mayıs-2008- zaman

Yargıtay Başkanlar Kurulu bildiri yayınlayabilir mi?

By amanhem

Elbette yayınlayabilir. Belki dün yayınlandığı şekilde "böyle bir bildiri yayınlayabilir mi?" sorusu, meselenin can alıcı niteliğini ortaya koyabilir.

Bu bildiri, her şeyden önce, altında imzası bulunanlar yüksek yargıç sıfatını taşısalar da bir mahkemenin kararı değil. Birden fazla imzanın bulunduğu metinler, bir çıkar grubunu veya siyasî bir teşekkülü temsilen yayınlanınca, ortak amaca hizmet ettiği için doğaldır. Varoluş ve bir araya geliş sebepleri, bağımsız vicdanlarına uygun olarak hukuku işletmek olan yargıçların, dünkü bildirinin içeriğinde yer alan cümlelerin her birini eleştirmeden sonuna kadar benimsemeleri teknik olarak imkânsız. Hiyerarşik çalışan kurumlarda, en tepedekinin düşünceleri kurumu temsil edebilir. Adres belirtmeden "hukuk devleti olma ilkesiyle bağdaşmayan sistemli saldırılar"dan söz ederek birilerini suçlamak; sonra da bu davranışların "çözüm bekleyen sorunların ve gerçek gündemin ötelenmesine" neden olduğu gibi, bütünüyle siyasî bir değerlendirme, tek tek her yargıcın fikri olabilir mi?

Üstelik ortada bir anayasa tartışması yokken, olmayan bir tartışmanın tarafı olmak, yargıçların değil toplumun yapacağı sözleşme, yani mutasavver anayasa hakkında kesin ve keskin sınırlar koymaya kalkmak yargı erkinin tarafsızlığını yitirmesine yol açmaz mı?

Asıl bu bildirinin yol açacağı telafisi mümkün görünmeyen tahribat, yargının itibarına ve bağımsızlığına yönelik. Yargı bağımsızlığı, sadece yargı dışındaki kuvvetlere karşı değil, yargının kendi içinde de geçerlidir. Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun yayınladığı bildiri, şu anda bir başka yüksek yargı organında, Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan iki dava hakkında hüküm tesis ediyor. Anayasa'nın 10. ve 42. maddeleriyle ilgili değişikliğe bildiri, aleni bir şekilde karşı çıkıyor. İkinci olarak Anayasa Mahkemesi'nde görülen ve asıl yargıyı tartışma haline getiren AK Parti'nin kapatılması davasında, savcının hazırladığı iddianameyi bir bütün halinde savunarak adil ve tarafsız yargılama ilkesini ortadan kaldırıyor. Bildiri, iddianameye yönelik eleştirileri "akla, mantığa ve hukuka aykırı" ilan ederek, Anayasa Mahkemesi'ni iddianame doğrultusunda etki altına alıyor. Savcılık taraftır, ama yargıçların üstelik Yargıtay daire başkanlarının başka bir mahkemede görülmekte olan bir dava hakkında savcıdan yana taraf olmaları, artık adil ve tarafsız yargılama imkânının kalmadığı anlamına gelmez mi?

Yargıtay Başkanlar Kurulu, bildiride açıkça AK Parti'yi "dilediği her şeyi yapabilme yetkisini halktan aldığı" inancı taşımakla itham ediyor. Bu üslûp bir polemik üslûbudur. Yüksek yargının böyle bir üslûbu seçmesi doğru bir yöntem değil. Bu itham, CHP lideri tarafından grup toplantısında dile getirilebilir, AK Parti de, demokrasilerde halk iradesinin sınırlarına dair spekülasyonlara girişerek, cevap verir. Böylece demokratik bilinç, iki partinin katkısıyla gelişmiş olur. Ama aynı cümle, yüksek yargı tarafından hakkında kapatma davası görülen bir siyasî partiye yöneltilirse ortaya, sanki yüksek yargı demokrasiye karşıymış gibi bir imaj çıkar.

Türkiye artık tüketici bir tartışmayı noktalamak zorunda. Yargıç dokunulmazlığı, yargının bağımsızlığını sağlamak için var. Yargının bağımsızlığı ise yargının tarafsızlığı için vazgeçilmez bir ön şart. Ama her yargı bağımsızlığı, tarafsız yargıyı getirmiyor. Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun iktidar partisi ile polemiğe girmesini, üstelik bu partinin Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan kapatma davası hakkında hüküm tesis etmesini, "tarafsız yargı"nın bulabileceğiniz en dar sınırları içine yerleştirmeyi deneyin.

22-mayıs-2008- zaman

Demokrasi kimin umrunda?

By amanhem

24 Temmuz'da Osmanlı'da "Hürriyet"in ilanının, II. Meşrutiyet'in 100. yılını kutlayacağız. Cumhuriyet'in tek-parti döneminin sona ermesinin üzerinden de yaklaşık 60 yıl geçti. Bu tarihiyle Türkiye dünyanın görece en eski demokrasilerinden biri.

Türkiye'de demokrasinin sık sık, kısa ve uzun süreli kesintilere uğradığı yüz yıllık tarihi sonunda, halkın büyük çoğunluğunun en iyi yönetim biçimi olarak demokratik rejimi benimsediği muhakkak. Büyük çoğunluğunun laik yasaları benimsemiş olduğu konusunda da kuşku yok. Gerek ciddi sosyal bilimcilerin yaptıkları araştırmalar, gerekse seçim sonuçları bunu gösteriyor.

En azından denebilir ki, Türkiye'de halk demokratik bir rejimde yaşamak istemektedir, demokrasi halkın umurundadır. Çünkü demokrasi Türkiye'de sıradan insanlar için refahın artması, yasak ve baskıların, itilip kakılmanın azalması anlamına gelmiştir. Peki, demokrasi Türkiye'de elitlerin umurunda mıdır? Geçen yıl 27 Nisan'da TBMM'ye verilen "e-muhtıra"dan, özellikle de bu yıl mart ayında açılan iktidardaki partiyi kapatma davasından itibaren görüp yaşadıklarımız, elitler arasında halkın tam tersi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Özgürlükçü demokrasinin iki temel ilkesi var: Çoğunluğu kazanan partinin (ya da partilerin) ülkeyi yönetmesi ve azınlıkta kalanların hiçbir çoğunluk tarafından çiğnenemeyecek temel haklara sahip olmaları. Bu anlamda demokrasi, ne yazık ki, Türkiye'de elitlerin (seçkinlerin) büyük çoğunluğunun umurunda değil.

Devlet elitleriyle başlayalım. Asker ve sivil bürokrasi arasında, ne çoğunluk yönetimine ne de azınlıkta kalanların haklarına saygı duyan; Atatürk'ün Türkiye'yi modern ve Batılı bir ülke yapma idealiyle taban tabana zıt, otoriter ve dogmatik bir Kemalizm anlayışının hakim olduğu herkesin malumu. Ya siyasi elitler? Deniz Baykal sultası altındaki CHP, çoktan bir "piyasa" değil devlet partisi olduğunu ilan etmedi mi? MHP'nin, AKP kapatılsa, en azından Erdoğan ve yakınları yasaklansa da, şu veya bu şekilde iktidardan bir pay alma fırsatı bulsaktan öteye bir hesabı, kaygısı var mı? Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması yönündeki anayasa değişikliğini tetikledikten ve destekledikten sonra, şimdi iştahla AKP'nin bu nedenle kapatılmasını beklemiyor mu? DTP'nin PKK ile (yani demokrasinin hiçbir ilkesine saygısı olmayan bir terör örgütü ile) arasına sınır çizmeyi başardığı söylenebilir mi?

Ya kapatılma tehdidi altında olan AKP'ye ne demeli? Halktan vesayet altında demokrasiyi adım adım tasfiye ve özgürlükçü demokrasiyi yerleştirme yetkisini aldığı halde, kurulu düzeni değiştirmek yerine ele geçirme yolunu seçmedi mi? Ve kurulu düzenin sahipleri tarafından kapatılma tehdidi karşısında, siyasi partiler rejimini demokratik normlara uydurmak yerine, vesayet düzenine teslim olmayı tercih etmiyor mu? (PAK Parti'nin de kapatılmayacağının herhangi bir güvencesi var mı?) Yoksa "AK Parti", içindeki "Truva atları" yüzünden mi buna mecbur kalıyor?

Ya sivil toplum elitlerine ne demeli? Bütün kusur ve yanlışlarına rağmen, demokrasinin yerleşmesine, laikliğin benimsenmesine, zenginleşmeye, ülkenin birliğinin korunmasına önemli hizmetler yapmış olan bir iktidar partisinin kapatılması karşısında, bunun hiçbir koşul altında, hiçbir gerekçeyle kabul edilemez olduğunun savunulması yerine adeta alkış tutuluyor. Demokratlık iddiasındaki kimselerin bile, demokrasinin temel ilkelerine, iktidarların seçimle gelip seçimle gitmesine, kişilerin değil kuralların egemenliğine sahip çıkmak yerine, AKP'ye yönelik eleştirileri ön plana çıkarmaları, Türkiye'de demokrasinin yerleşebileceğine dair umutlara bence en büyük darbeyi indirmekte.

Ülkemde demokrasinin yerleştiğini görebilecek miyim, bilmiyorum. Bu açıdan tek bir tesellim var: Demokrasinin değerini, toplum olarak tecrübeyle öğrenmeye devam ediyoruz. Parti kapatmanın, özgürlükleri kısıtlamanın belirli bir zümrenin ayrıcalıklarını sürdürmekten başka hiçbir işe yaramadığını giderek daha iyi kavrayacağız.

Şahin Alpay 22- mayıs-2008- zaman