aman can

By amanhem

zaman, hürriyet, milliyet, sabah, cumhuriyet, radikal

GAP’ı kaptırmamak için yol haritası

By amanhem

HÜKÜMET ani bir kararla 12.5 milyar dolarlık işsizlik sigortası fonlarını kullanıp GAP’ı bitirmek istiyor. Bu kararı bugün Diyarbakır’da açıklayacakmış. Bu açılım Amerika’nın yine bu konuda yeni açılımlar gerek isteği üzerine alınmıştır.
GAP, Güneydoğu Anadolu bölgesini, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Siirt, Batman, Mardin, Şırnak illerini kapsayan entegre tüm yatırım projelerini tekelden koordine eden bir projedir.
Hidroelektrik santralı, otoyol, yol, okul, kanalizasyon gibi tüm yatırımları kapsar.
GAP önceleri sadece sulama amaçlıyken; DSİ, Karayolları gibi dev mühendislik kuruluşları devreden çıkarılarak yetkileri GAP İdaresi’ne devredilmiştir.
GAP bir mühendislik şaheseridir.
Hal böyleyken GAP İdaresi iktisatçı, sosyolog, ziraat mühendisi ve kalifiye olmayan kart hamili elemanlarla doldurulmuş, ayrılan kısıtlı ödenekler sadece memur maaşlarına yetişmiş, esas amaç kalan yatırımlara devam imkánı kalmamıştır.
Tipik iktisatçı mantığıyla 28 milyar dolarlık yatırımın 16.5 milyar doları harcandı, kalan 11.5 milyar dolardır.
Bu parayı bulursak GAP’ı tamamlamış oluruz denmektedir.
Gerçekte gereken para, sulama projeleri için 1997 fiyatlarıyla 1.2 milyar dolardır.
Şimdiki fiyatlarla 2.5 milyar dolar olsun.
Diğer arta kalan paranın gereksiz olduğunu ileride açıklayacağız.
Bu işin kritik öğesi, sulama projelerinin öncelikle tamamlanmasıdır.
Dünyada buğday, pirinç, mısır, yağ fiyatları yüzde 113 artmıştır.
Eğer hızla sulama yaparsak, 1-4 yıl içinde Türkiye’de aşağıdaki yıllık üretim artışlarını sağlayabiliriz:
Buğday 3, Mısır 2, domates, pancar 1 milyon ton; pamuk 530, pirinç 100, ayçiçeği 200 bin ton.
NE YAPILMALI
GAP, Fırat havzasında 1.091.000 hektar sulama 20 milyar kilovatsaat elektrik, Dicle havzasında ise 601.000 hektar sulama, 7 milyar kilovatsaat elektrik üretimini öngörmektedir.
Fırat üzerindeki barajlar tamamlanmış, 1.091.000 hektar araziden ancak 200.000 hektar arazi sulanabilmiştir.
Dicle üzerindeki barajlardan Hasankeyf’i sualtında bırakan Ilısu Barajı, çevrecilerin protestolarıyla yapılamamıştır.
Yapılmasa da kıyamet kopmaz.
Şimdi Fırat Nehri’nden sulanacak arazi, 300.000 hektar Harran ovası ve 1.06 milyar dolar değerli pompalı Ceylanpınar Aşağı Mardin Ovası sulaması ile 300 milyon dolar değerli Siverek sulamasıdır.
Dicle sulama projeleri ise Dicle, Batman kıyı projeleri ile Silopi ve pompalı Cizre-Nusaybin-İdil sulamalarıdır.
Alınacak önlemler ise:
1- GAP idaresi lağvedilerek tasarruf edilecek paralar eskiden olduğu gibi yatırımcı devlet kuruluşlarına aktarılmalıdır.
Sulama projelerini DSİ yapmalıdır.
2- Karayolları, otoyol, bölünmüş yol, okul, kanalizasyon, elektrik, baraj gibi yatırımlar Türkiye’nin genel yatırımları içinde düşünülmelidir. Bölgede tüm bu yatırımlar bolca yapılmıştır. Ne büyük bir baraj kalmış yapılacak, ne de okul ve yol. Yatırımlar lüzumsuzdur.
3- İşsizliği önlemek amacıyla kalıcı 200 fabrika yapılmalıdır.
Bunlar başta derin kuyu pompaları olmak üzere tarım dışı konularda fabrikalar olmalıdır.
4- Başbakan bu yatımlarla bölgede 4 milyon kişiye iş bulunacağını söylemiştir.
Gaziantep dışında bu illerin nüfusu 3 milyon bile değildir! Sanki herkes işsizmiş gibi...
5- Muhalefet ve sendikacıların konuyu etraflıca inceleyip, ciddi direnmeleri gerekir.
Sulama projelerinin tamamlanması için gereken 2.5 milyar doların üstü, yatırım ve açılım yapıyoruz diye seçmenlere ve yandaş müteahhitlere peşkeş çekilecektir.
Korkmasınlar, oy kaybetmezler.
6- GAP, 1960’ların devletçi mantığıyla hazırlanmış, yüzde 85’i tamamlanmıştır.
Sulama ve ürün olursa özel sektör hızla fabrikalar kuracaktır.
Örneğin, dünkü Hürriyet’te, Koç grubunun salça fabrikasından bahsedilmekteydi.
Ne olursa olsun devletin hızla sulama yatırımlarını tamamlaması gerekir.
6 yıldır yatırım yapmayan hükümete karşı, geçmişte yüzde 100 Türk sermaye ve mühendisliğiyle bu eseri gerçekleştirenlere şükranlarımızı sunuyorum.
Aslan ÖZMEN-Y. MÜHENDİS
Spor Toto ’İddaa’ ihalesine ’iddia’lı şekilde hazırlanıyor
TÜRK ve Yunan sermayeli, futbol bahis oyunu İddaa, ciddi kár eden bir şirket.
Yıllık cirosu yaklaşık 2 milyar dolar olarak belirtiliyor.
İddaa,
baştan ihalesiz verildiğinden dış ülkelerden bu sürece alınmayan bir Amerikan firması yargıya gitti.
Danıştay,
bunun üzerine ihaleyi iptal etti.
Hükümet
bu durum karşısında bir yıl içinde yeni bir yasa çıkartarak yeni ihale yapma kararı verdi.
Bu arada ihaleye çıkılınca oyunun İddaa tarafından sürdürülmesi de kararlaştırıldı.
İhale süreciyle ilgili bazı firmalardan yakınmalar medyada yankılanıyor.
"Hükümet yeni ihalede adresi yine İddaa olarak mı gösteriyor?"
Adrese teslim bir şartname hazırlandığı yolunda kuşkular taşınıyor.
İhaleye girmek niyetinde olan bir yabancı firmanın temsilcisi, "Spor Toto teşkilatında, ihaleye başkasının girmemesi için birtakım oyunlar döndürüldüğü izlenimini alıyoruz. Kimseye bilgi vermiyorlar. Şartname de gösterilmiyor" diyor.
Türkiye’de İddaa futbol bahis oyunu 2500 terminalle oynanıyor.
Acaba başka bir yatırımcı bunun dışında bir teklif veremez mi?
Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun önümüzdeki günlerde başı ağrıyabilir.
İhaleye bu firma, şu firma girebilir.
Ama şeffaf olunmalıdır. Şartname almak isteyenler ürkütülmemelidir; aynı Sabah-ATV ihalesinde olduğu gibi. Saman altından bazı şeyler yürütülmemelidir.

Yalçın Bayer 27 Mayıs 2008 hürriyet

Üniversiteye dikkat

By amanhem

ANKARA dünyası henüz meşgul değil ama önümüzdeki günlerde ülkenin geleceğini belirleyecek kadar önemli bir gelişme bizi bekliyor.
Bu gelişmenin sonuçlarıyla önümüzdeki ağustos ayında yüz yüze geleceğiz. Çünkü bir ay sonra 21 üniversitede yeni rektör seçimleri yapılacak.

Bir başka deyişle 85 devlet üniversitesinin dörtte biri kaderini yeniden tayin edecek.
Rektör seçimleri artık sadece üniversiteyi yönetecek kişiyi seçme anlamına gelmiyor.
Türkiye'de rektörler -yürürlükteki yasanın onlara çok geniş yetkiler vermesinin de getirdiği imkánla- bu işlevlerinin dışında ve yaşam tarzımızı etkileyebilecek kadar önemli olabiliyorlar.
Daha açık söylemek gerekirse, seçilecek 21 yeni rektör, ya onlara geniş yetki veren Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) yasasının emrettiği gibi:
"ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı,
Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren,
Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı"
kuşaklar yetiştirecek, böylece ülkenin geleceğini Cumhuriyet'in temel değerlerine sahip gençlere emanet edecek, yahut da siyasi konjonktürün beklentilerine yanıt vermeye gayret edecek.
İçinde bulunduğumuz dönemin bu yönden ne kadar hassas olduğunu Trabzon'da çıkan Kuzey Ekspres gazetesinde 6 Mayıs 2008 günü yayınlanan bir mülakattan aktaracağımız satırlar zannediyoruz ki yeterince açık şekilde anlatır:
Gazeteci ile Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin (KTÜ) eski rektörü olan, aradan geçen zaman ardından önümüzdeki seçimde rektörlüğe tekrar adaylığını koyan Prof. Dr. Aydın Dumanoğlu arasında geçen konuşma şöyle:
"- KTÜ'de tarikat ve cemaatçilerin etkin olduğu söyleniyor.
Tarikat ve cemaatlere yakın isimler sizi destekliyormuş?
- Kimi destekleyeceklerini bilmiyorum. Ama şu anda büyük çoğunluğu benim yanımda değil.
- Tarikat ve cemaatçi öğretim üyesi sayısı tahminen ne kadar?
- Kesin sayı veremem. Ama öyle tahmin ediyorum ki Fethullahçı diye tanımlanan veya o gruba yakın olduğu söylenen öğretim üyelerinin sayısı 80 civarında.
Türkiye Gazetesi'ne yakın bir grup daha var.
Işıkçılar diyorlar.
Onlar da 15-20 civarında.
Bir de diğer tarikat ve cemaatten olanlar var.
Onlar da 40-50 civarında.
- Bu ifadelerinize göre, KTÜ'deki öğretim üyelerinin neredeyse dörtte biri cemaatçi-tarikatçı.
- Öyle görünüyor.
- Bu gruplar herhalde eskiden de vardı.
- Eskiden bu kadar fazla değildi. O zaman böyle ayırım da yapılmıyordu."
Bu konuşma öyle sanıyoruz ki, rektör seçimlerinde oy kullanacak öğretim üyelerine, taşıdıkları sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu anımsatacak kadar açıktır.

Oktay Ekşi 21- mayıs- 2008 hürriyet

Dağa çıkışları durduramadıkça...

By amanhem

Hemen hergün TV ve gazetelerimizde Silahlı Kuvvetlerimizin PKK’ya karşı mücadelede kazandığı başarılar, uzun uzun anlatılıyor. Ancak asıl önemli olanın, dağdakileri indirmekten fazla, dağa çıkışları engellemek olduğunu unutuyoruz. O zaman da, kamuoyunda hayal kırıklığı yaratıyoruz.

Bugün sizlere belki hoşunuza gitmeyecek bazı gerçeklerden söz edeceğim. Kızmadan önce lütfen biran için, haklı mıyım haksız mıyım düşünün, ondan sonra tepki gösterin.

Türk Silahlı Kuvvetleri, aylardan beri PKK’ya karşı sürekli operasyonlar düzenliyor. Öncelerinde Kuzey Irak sınırı ve Kandil’e yönelik bombardımanlar, ardından da orta çaplı kara harekatları gerçekleştirildi. Şu sıralarda da, sınırın hem Türkiye, hem de Kuzey Irak tarafında bu mücadele sürüyor.

Amacı, dağlardaki teröristi aşağı indirmek ve Türkiye’ye geçişlerini engellemek.

Hemen hergün TV’lerinizde, medyanızda bu mücadelenin haberlerini izliyorsunuz.

Hayatını tehlikeye atarak bizi korumaya çalışan askerlerimizle övünüyoruz. Övünmekte de çok haklıyız. Ancak bazen öylesine abartıyoruz ki, kamuoyunun güvenini sarsacak başlıklar atıyoruz.

Son birkaç aydaki yayınlara bakın yeter.

Öyle sloganlar ve öyle haberlerle ortaya çıkıyoruz ki, işin ciddiyeti bozuluyor.

Her hafta mutlaka bir “PKK dağıldı” ve “panik” havasından söz ediyoruz. Kaçan liderler, öldürülen komuta kademesi ve abartılı ölü rakamları. Bunları alt alta koyduğunuzda, birde bakıyorsunuz, PKK’nın neredeyse tüm mevcudu öldürülmüş. Oysa, adamlar hala etrafta dolaşabiliyor, askerimizi şehit edebiliyor.

Medya’nın bu yaklaşımı, TSK’ya moral vermek adına sergileniyor. Oysa, tam aksine kamuoyundaki güvenin azalmasına neden oluyoruz.

Bunca abartı, bunca dev slogan toplumu yoruyor. TSK’ya da moral vermiyor. Gereksiz bir erozyona yol açıyoruz.

Özetlemek gerekirse, kamuyounu haberdar eden makamlar da, bizler de daha dikkatli hareket etmek zorundayız.

Yukarda yazdıklarım, PKK terörüyle ilgili madalyonun bir yanı. Bunun bir de öbür yanı var.

BARİ DAĞA ÇIKIŞI DURDURALIM...

Eminim hatırlayacaksınız, bir süre önce Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ, asıl soruna parmak basmıştı.

Dağ’a çıkışı durduramazsak, PKK’yı yok edemeyeceğimize dikkat çekmişti. Bunu gerçekleştirmek için dağ yollarına mayın döşemekten söz etmemişti.

Asker teröristle son derece başarılı bir mücadele yürütüyor. Terörizme mücadele ise sadece askerin görevi değil.

Siyasetçiler artık işin kolayına kaçarak PKK’yı askere havale etmekten vazgeçmeli. Ekonomik sosyal kültürel alanlarda yeni adımlar atmalı.. Askerin dağlardaki başarısını kalıcı kılacak paketleri devreye sokmalı. PKK’ya katılımı engelleyecek cazip seçenekler yaratmalı..

Gerçekten de, herşeyini bırakıp dağa çıkan genci ikna edemediğimiz sürece, PKK yaşamaya devam edecektir.

Her şeyden önce, bir durup düşünelim.

Gencecik adam niye gidiyor?

Bölgenin koşullarını bilenler, bu soruya çok kolaylıkla “neden gitmesinler?” diye yanıt verebilirler.

İş yok...

Gelecek yok... Fakirlik diz boyu...

Bir de itilip katılma var...

Bütün bu koşullar, gençlerin gözünde dağa çıkmayı cazip hale getiriyor.

İstediğimiz kadar asker yığalım... İstediğimiz kadar operasyon yapalım... Hatta isterseniz Kuzey Irak’ı istila edelim.

Dağa çıkışı ve PKK’ya katılımın cazibesini yok edemediğimiz sürece hiçbir işe yaramaz.

Medya’da büyük başlıklar atalım.

PKK’nın dağılmak üzere olduğunu, panik içinde kaçıştıklarını yazalım, çizelim nafile...

Sadece kendimizi aldatmış oluruz.

Ankara’dakiler, askeriyle siyasetçisiyle başbaşa verip, çözüm için başka yöntemler düşünüp uygulamaya koyamadıkları sürece, sonuç alamayacağız.

Bu konuda bütün suçu siyasetçiye de yüklemememiz gerekiyor. Zira, zaman zaman öyle dönemlerden geçiliyor ki, siyasetçinin attığı bazı adımlara her kesimden tepki geliyor.

Zira herkesin kendine göre bir çözümü var.

Bir türlü ortak politika oluşturamıyoruz. Herkesin kendi reçetesi var ve diğerinin reçetesine itiraz ediyor.

O zamanda PKK, şu sıralarda olduğu gibi darbe yiyor, morali bozuluyor, psikolojik çöküntü yaşıyor, ancak bir süre sonra toparlanıyor. Kayıplarının yerine yenilerinin geldiğini görünce morali düzeliyor.

Medya da bütün bu gerçekleri görüyor, biliyor, ancak hamaset ile üstünü örtmeye çalışıyor.

Ancak, bilmemizde yarar var.

Sadece kendi kendimizi aldatıyoruz.

Boş yere insanlarımız ölüyor.

Gereksiz kahramanlık öyküleriyle hiçbir yere varamayacağımızı artık görmemiz gerekiyor.

M. Ali Birand 23. mayıs 2008 hürriyet

AKP’nin gizli uçuşu

By amanhem

GEÇEN mart ayında ABD Hava Kuvvetleri’ne ait bir B-1 Stealth uçağı çok özel bir misyon için havalandı.
Uçağın kod adı "Dark 33"tü.

Uçağı Yüzbaşı Rick Fournier adlı bir pilot kullanıyordu.
Aslında görev, bir test denemesiydi.
Uçak, ses duvarını aşacaktı.
B-1 Stealth gibi bir uçak için ses duvarını aşmak, çok sıradan bir işti.
Ancak bu uçağın çok özel bir durumu vardı.
Uçağın depolarına sentetik jet yakıtı konulmuştu.
Aslında yarı sentetik yakıt ile yarı klasik yakıttan oluşan bir formül, uzun yıllardan beri Güney Afrika Havayolları’na ait bazı uçaklar tarafından kullanılıyordu.
Ama o güne kadar bu yakıt, hiçbir zaman jet uçaklarında kullanılmamış ve ses duvarı geçilmemişti.
Planlandığı gibi uçak o gün sentetik jet yakıtıyla ses duvarını geçti.
Çok az insan bu uçuşun ne anlama geldiğini fark etti.
* * *
Bu haberi geçen çarşamba günü Wall Street Journal Gazetesi’nde okudum.
Bu uçuşun asıl amacı, Amerikan ordusunun yakıt harcamalarını dışa bağımlı olmaktan kurtaracak bir planın uygulama imkánlarını araştırmaktı.
Gazetenin verdiği rakamlara göre Amerikan ordusu, ülkenin en büyük yakıt tüketicisiydi.
Günde 340 bin varil petrol tüketiyordu ve bu, ülkenin toplam günlük tüketiminin yüzde 1.5’ini oluşturuyordu.
Ordu, sadece Irak’ta günde 40 bin varil petrol tüketiyordu.
2003 yılında 4.9 milyar dolar olan yakıt harcamaları 2007 yılında 12 milyar dolara çıkmıştı.
Sadece son bir yıldaki parasal artış yüzde 25’ti.
Petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle, Irak ve Afganistan’daki askeri harcamalar bütçesine 2 milyar dolarlık artış istenmişti.
İşte bu yüzden Amerikan ordusu, yakıt harcamalarında bir yandan dışa bağımlılığı azaltmak, diğer yandan da tasarruf sağlamak amacıyla bu uçuş denemesini yapmıştı.
* * *
Bu haberden bir gün önce yine Amerikan gazetelerinde şöyle bir haber vardı:
Amerikan yönetimi, ülkenin dış petrole bağımlılığını azaltmak üzere büyük çaplı bir planı uygulamaya koyuyordu.
ABD, petrol ihtiyacının yüzde 60’ını dışarıdan sağlıyor.
Uygulamaya konulan planla, bu oran 2015 yılına kadar yüzde 50’ye düşürülecekti.
Çünkü, ABD’nin bu kadar büyük miktarda petrol ithal etmesi, hem bütçesini olumsuz etkiliyor, hem de büyük hacmi dolayısıyla petrole olan talebi yükselttiği için fiyatları da artırıyordu.
Türkiye’de, yargının AKP hükümetine ağır bir uyarı yaptığı, hükümetin de ona ağır cevap verdiği bir günde bu yazıyı niye yazıyorum?
Cevabı çok basit.
Bu sorun, ABD’den bile çok daha ağır biçimde önümüzde duruyor.
O nedenle şu uyarıyı yapmayı görev sayıyorum:
Türkiye amok koşusuna başladı.
Hızla ağır bir rejim bunalımına gidiyoruz.
İşin kötüsü, rejim bunalımı, ondan da ağır bir ekonomik krizle iç içe geçebilir.
Bu da hepimiz için felaket olur.
Felaketten çıkış için ne yapmamız gerekir?
AKP’nin içinde hálá sağduyulu insanların bulunduğunu biliyorum.
Gidişatı gören bir vatandaş olarak tavsiyem şu:
AKP, önce bu durumu "kriz" olarak değerlendirip ciddi bir kriz yönetimi kurmalı.
Önündeki tablo şudur:
Parti ve hükümet, yargıyla kavgalı.
Orduyla kavgalı.
Üniversiteyle kavgalı.
Sivil toplum örgütleri ve sendikalarla kavgalı.
İş dünyasının büyük bölümüyle kavgalı.
Medyanın merkezdeki bölümüyle kavgalı.
İlk soru şu olmalı:
"Bütün bu kesimler haksız, sadece ben mi haklıyım?"
İkinci soru da şu:
"Ben ne yanlışlar yaptım?"
Üçüncü soru:
"Bundan çıkış için ne yapmalıyım?"
* * *
Şunu iddia ediyorum:
AKP’nin ve yöneticilerinin geleceğini, partinin kapatılıp kapatılmamasından çok, bu sorulara verilecek samimi ve gerçekçi cevaplar tayin edecektir.

Ertuprul Özkök 23. mayıs 2008 hürriyet

Hoca Efendi kuş misali!

By amanhem


HERKES ABD’de yaşadığını zannediyordu ama meğerse Fethullah Gülen, İzmir’den hiç ayrılmamış!
Çünkü SSK kayıtlarından anlaşıldığına göre kendisi İzmir’de ajanda ve defter üreten bir şirkette "redaktör" olarak çalışıyormuş!

Her ay sigortası yatırılıyor, maaşı da elden bir yakınına ödeniyormuş.
Matbaanın yöneticilerinden biri Fethullah Gülen’in, matbaada basılan dergi gibi yayınların "tashih/düzeltme" işlerini yaparak bu parayı ve sigortasının yatırılmasını hak ettiğini söylüyor.
Ancak Fethullah Hoca’yı ABD’ye gidip gören, çok sayıda görgü tanığı da var.
Bu durumda Fethullah Gülen’in, aynı anda iki yerde birden bulunabiliyor olması söz konusu ki aradaki mesafe jet uçuşu 11 saatten fazla!
Ama "ermiş kişilerin istedikleri anda istedikleri yerde olabileceklerine inanan" bir arkadaşımdan biliyorum, bu mümkün!
Zaten bununla ilgili bir atasözümüz bile var: Şeyh uçmaz, müritleri uçurur!
Burada müritlerin hem uçurmak hem de şeyhin kolay emekli olup, devletten emekli maaşını almasını sağlamak gibi bir fonksiyonları da ortaya çıkıyor.
Burada bir etik tartışması yapmayı da gereksiz görüyorum.
Her şeyleri bir takiye perdesinin arkasına saklanmış kişilerin, böyle küçük etik meseleleri kendilerine dert etmeyeceklerini biliyorum çünkü.
Biraz gözyaşı, "Hoca Efendi’ye komplo kurmuşlar" konulu Zaman’da ve Sabah’ta yazılacak birkaç tane kompozisyonla bu konu da unutulur, gider.
Halkımız unutur ama ilahi arşiv unutmaz tabii.
Şu "yetim hakkı yeme" meselesi, o arşivden alınıp, insanların önüne bir gün çıkarılır nasıl olsa!
Müslüman, ’canı sıkılan insan’ olmak zorunda mı?

AHMET Hakan, dün Hürriyet’te, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın oğlunun evlilik töreninde çekilmiş fotoğraflar yayımladı.
Yazısında, İslamcı kesimde bu konuyla ilgili olarak yürütülen tartışmaları özetledi.
Geçen gün Ömer Lütfi Mete’nin bir kitabı elime geçti.
"Aşksız, Zevksiz... Allah’sız Müslümanlık - Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu" adını taşıyor. (Profil Yayıncılık.) Bu kitap, yazarın "Hacıyağı ile Parfüm Arasında" isimli kitabının elden geçirilmiş, yeni baskısı.
Ömer Lütfi Mete ile aynı dünya görüşünü paylaşmıyorum. Ama yazılarından yararlandığımı da söylemeliyim.
Mete, İslám’ın "ürkütücü bir Tanrı tarafından konulmuş külfetler bütünü" olarak algılanmasından duyduğu rahatsızlığı irdeliyor.
"Sürekli dilden Allah’ı anmasına ve sürekli dini etkinlikler yaşamasına rağmen, kendisi gibi olmayanlar üzerinde derin bir saygı ve hatta imreniş uyandıramayan Müslümanlık türünün, Allah’ın muradıyla örtüşebildiğini düşünemiyorum" diye yazıyor.
Siyasal İslam’ı savunan bazı kişilerde, dinin kaynağından uzaklaşmaya yol açan ideolojik çarpılmanın nedenlerini araştırıyor.
Bu konulara ilgi duyan okuyucularımın da bu kitaptan haberdar olmasını istedim.
Çok konuşmak yargıca zarar verir
BAZI meslekler vardır ki mensuplarının çok fazla konuşması, kamuoyunun önüne sıkça çıkması doğru değildir.
Bunlar esasen "güven" üzerine iş yapılan mesleklerdir ki çok konuşmak, doğası gereği bu güvenin zamanla erozyona uğramasına ve o meslekteki kişilerin yıpranmalarına neden olur.
Mesela bankacılık böyle bir meslektir. Hekimlik de öyle.
Askerlerin de kamuoyunun önüne çıkıp, çok konuşmalarının böyle bir sakıncası vardır.
Bütün bunların içinde kuşku yok ki en önemlisi de yargıçlardır.
Yargıçların, günlük meselelerin dışında kalmaları, olaylara ve kişilere mesafeli kalmaları gerekir ki günün birinde mahkeme salonunda bu konuda bir şey söyledikleri zaman, sözleri tartışmalara konu olmasın.
Benim lügatimde yargıç, mahkemede kararlarıyla konuşan kişidir. Başka bir söz söylemesi gerekmez. Çünkü toplumda yargıçlara güven bir kere sarsılırsa, bir toplumu ayakta tutan en temel unsurlardan biri zarar görür.
Bunu uzunca bir süredir yazmak istiyordum, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun açıklaması nedeniyle bugün yazıyorum.
AKP’nin kapatılması ile ilgili dava açıldığından beri, Yüksek Yargı organları ile ilgili ciddi bir siyasi kampanya yürütülüyor.
AKP, bir yandan içerideki elemanlarıyla öte yandan dışarıda söz geçirebildiği kişiler aracılığıyla bunu bilinçli olarak yapıyor.
Ancak bununla mücadelenin yolu, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını tartışılır hale getirecek eylemler de olmamalı.
Ortada yargıyı ilgilendiren bir konu varsa (ki var) yargıcın konuşacağı yer artık mahkeme salonudur, kameraların ve gazetecilerin önü değil!

Mehmet Y. Yılmaz 23 mayıs 2008 hürriyet

Biz çözemezsek, kucağımızda bir arabulucu buluveririz.

By amanhem

Uluslararası basında, Türkiye’deki Kürt sorunuyla ilgili arabuluculuk müessesesinin çalıştırılmaya başlanması önerisi çıktı. Bugün için paralı ilan gibi ortaya atıldı, ancak yarın büyük bir sorun olarak başımıza dert açabilir. Eğer biz harekete geçmez ve beklemeyi sürdürürsek, içinden çıkılmaz bir sürece girebiliriz. Hazırlıklı olmak ve bu sorunun ekonomik-siyasi-kültürel paketi üzerinde artık çalışmaya başlamak zorundayız.

Fransız Le Monde ve dünya çapında en çok okunan ingilizce İnternational Herald Tribune gazetelerinde iki gün önce tam sayfa ilanlar yayınlandı.

Fransa’da faaliyet gösteren ve genelde ciddiye alınan Kürt Enstitüsü tarafından verilmiş bir ilan.

Avrupa ülkeleri ve Amerikan hükümetleri ile düşünürleri ve Uluslararası kamuoyuna bir çağırıda bulunuluyor.

Temel amacı, Kürt sorununa dikkat çekmek.

PKK’nın silah bırakması gereğine de dikkat çeken bu bildiri, bunun gerçekleşebilmesi için, yeni anayasada Kürt varlığının yasal olarak tanınması, Kürtçe’nin başta eğitim olmak üzere, iletişim organlarında serbestçe kullanılması, siyasi af çıkarılması , köy koruculuğu sisteminin dağıtılması, 1990’larda boşaltılan 3 .400 köyün yeniden inşası ve eski Kürt isimlerin geri verilmesi gereğinin üzerinde duruyor.

Final mesajı ise özetle şöyle:

...Türkiye’de çok sayıda yazar, düşünür ve aydın Kürt sorununun çözümü için çaba harcıyor, ancak sonuç alamıyor...Bundan sonra da bir sonuç alamayacakları ortada. Bu durumda atılacak en doğru adım, Uluslararası prestiji olan bir kişiyi arabulucu olarak atamaktır...”

Bildiride, bir adım daha atılarak, her biri diğerinden tanınmış ve saygın arabulucu adayları dahi ortaya konuyor.

Bernard Kouchner (Fransa eski dışişleri bakanı),Tony Blair (İngiltere’nin eski başbakanı), Marrti Ahtisari (Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı) , Felipe Gonzales (Eski İspanya Başbakanı) örnek gösteriliyor. Bu isimler Uluslararası kamuoyunun çok iyi tanıdığı ve daha önce İrlanda, Bask, Katalan ve Kosova sorunlarında da arabuluculuk rolü oynamış ve sonuç alabilmiş kişilerdir.

Asıl dikkatleri çeken nokta bu dört ismin özellikle üçünün (Blair,Ahtisari,Gonzales) Türkiye tarafından da sempatik bulunmasıdır. Özellikle Ahtisari, Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılması için özel çaba harcamış ve başkanlığını yaptığı akil adamlar gurubu, Türkiye’yi bu alanda destekleyen tek kurum olmuştur.

ARABULUCULUK EN BÜYÜK TEHLİKEYİ OLUŞTURUR...

Bence, Kürt sorunuyla ilgili en büyük tehlike işte budur.

Yani, sorunlar çözülmez veya çözülmesi için herhangi bir çaba harcanmazsa, günün birinde bir de bakarsınız, bir yerlerden arabuluculuk önerileri çıkmaya başlar.

Bu açıdan bakıldığında, Kürt Enstitüsünün bildirisi son derece önemli ve Türkiye açısından da en tehlikeli bir gelişmenin ilk fitilini yakmaktadır.

Eğer ortada kan dökülen bir sorun varsa, bu sorun bölgedeki diğer ülkeleri de etkiliyorsa ve de muhataplardan biri hiç kıpırdamıyorsa, arabuluculuk çalışmaları derinden derine başlatılır.

Hemen harekete geçilmez.

Beklenilir ve bir gün aynı öneri bu defa Sivil Toplum Örgütleri tarafından ortaya atılır. Ardından hükümetler düzeyinde konuşulur. Sonunda da Birleşmiş Milletler veya Avrupa Konseyi- Avrupa Parlamentosu gibi Uluslararası kuruluşlardan öneriler gelir.

Biz kabul etmezsek kimse arabulucu olamaz” da diyemezsiniz.

Sizi öyle bir anda, öyle yakalarlar ki HAYIR diyecek zaman dahi bulamazsınız.

Arabuluculuk müessesesi de çok risklidir.

Unutmayalım ki, ne kadar sizden yana veya sizi anlayan bir arabulucu bulunursa bulunsun, bu kişi her iki tarafı tatmin edebilmek için, sizin açınızdan hayati önemdeki bazı noktaları göremeyebileceği gibi, görmekte istemeyebilir.

İşte böylesine zor bir duruma düşmek istenmiyorsa, uzunca bir süredir beklenmesine rağmen, bir türlü harekete geçirilemeyen, Kürt sorunu paketine eğilmek ve hareketlenmek gerekmektedir.

Alarm zillerinin çalması gerektiği bir döneme giriyoruz.

Yine unutmayalım ki, Kürt sorunu giderek bizim inisiyatifimizden de çıkmaktadır. Artık Irak nedeniyle, Amerika da bu sorun ile yakından ilgilenmek durumundadır...Avrupa, Türkiye’nin adaylığı ve kendi topraklarında yaşayan Kürtler nedeniyle, sorunun bir parçasıdır.

En doğru yaklaşım , biran önce gelişmeleri ciddiye almak ve siyasi-ekonomik-kültürel paket üzerindeki çalışmaları başlatmaktır.

* * *

MAHALLE BASKISI 1 YAŞINA BASTI…

Tam 12 ay geçmiş.

Prof. Şerif Mardin hoca geçen yıl Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşi de ilk defa “mahalle baskısından” söz etmiş ve kıyametler kopmuştu.

Kıyametler kopmasının başlıca nedeni, Şerif beyin söylediklerinin doğru olmasından ve hepimizin “ Valla çok doğru” demesinden kaynaklanmıştı.

Aradan geçen zaman içinde neler oldu ?

Mahalle baskısı hangi noktalara geldi ?

En önemlisi de, Prof. Mardin’in ne demek istediğinin tartışılması.

İşte bu üç konu, SORAR’ ın düzenlediği, Cuma günü 14.00’te Cemal Reşit Rey salonundaki bir konferansta tartışılacak. Ruşen Çakır’ın yönetiminde, Prof Toprak, Prof Sarıbay, Prof Keyman, Doç Subaşı ve Dr. Tuksal katılacaklar. Tabii baş konuk Prof. Şerif Mardin olacak. Soruları yanıtlayacak.

Meraklı olanlara duyurulur.

Giriş bedava, çaylar şirketten !


M. Ali Birand 22-mayıs-2008 hürriyet

Y- Muhtıra

By amanhem

TÜRKİYE bir "muhtıralar ülkesi" ya... Geçen yıl Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan 27 Nisan tarihli açıklamaya meslektaşlarımız "e-muhtıra" adını koymuşlardı.

Dün Yargıtay Başkanlar Kurulu tarafından yayınlanan bildiriye de galiba "Y-Muhtıra" demek gerekecek.

Şaka bir yana...

Genelkurmay’ınki ile dünkü bildiriyi aynı terazide tartmak yanlış olur.

Birincisi, hukuk sistemine ve onun bağımsızlığına "müdahale" niteliği taşıyordu.

Dünkü "hukuk sisteminin bağımsızlığını" vurguluyor ve sistemin sesini duyuruyor.

Birincisine "hukuk" adına itiraz anlamlıydı. Buna hukuk adına itiraz saçmalıktır.

Ama hükümetimiz son aylardaki şaşkınlığını üstünden atamadığı için olsa gerek bu bildiriye de tepki gösterdi. Hatta Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in;

"Açıklama yapmayı gerektiren bir olgu ortada yokken, böyle bir açıklama yapmanın mantığını anlayamıyorum.

Bu bildiri tam dam üstünde saksağan olmuştur.

Bildiride yargının, yürütmenin güdümüne sokulmak istendiğine dair bir ifade var.

Ne yürütme ne de yargı diğerinin güdümünde değildir ve olmamalıdır.

Bu zamana kadar olmamıştır.

Bundan sonra da olmayacaktır.

Adalet Bakanı olarak, yargı mensuplarına derin bir saygım var.

Ancak zaman zaman yapılan bu tür bildirileri biraz da siyasi amaçlı olarak değerlendirdiğimi belirtmek istiyorum"
dediği bildirildi.

Peki ne diyordu bu bildiri?

Aslında yeni bir şey yok.

Tüm yargı gibi Yargıtay Başkanlar Kurulu da, bugünkü siyasi iktidarın "yargıyı kendine bağımlı hale getirme" çaba ve planlarından rahatsızdı.

Bu rahatsızlığını 28 Eylül 2007 tarihinde -Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında kapatma istemiyle dava açılmasından üç ay kadar önce- yayınladığı bildiride dile getirmişti.

Örneğin, Anayasa’da değişiklik yapma teşebbüslerinin "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" ilk dört maddeyi doğrudan veya dolaylı olarak hedef alması -özellikle laikliğin zaafa uğratılması- ihtimaline karşı duyarlı olacaklarını bildirmişti.

Keza "siyasetin yargıyı etki altına alma" teşebbüslerine izin verilmeyeceği ifade edilmişti.

Bu bildirinin siyasi iktidar tarafından dikkate alınmadığını hepimiz biliyoruz.

AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davanın ardından yargının sistemli şekilde hakaret hatta saldırı hedefi olduğunu da görmeyen kalmadı.

Bütün bunlara tüm yüksek yargı kurumlarını yok sayarak önce AB Temsilcisi Olli Rehn’e sunulan "Yargı Reformu Stratejisi" başlıklı taslak da eklenince yargı sesini duyurmak zorunda kaldı.

Bu çıkışa Yargıtay Başkanlar Kurulu’nu zorlayan bir nedenin de Yargı Reformu Stratejisi başlıklı taslakta "yargıya güven" başlığı altında "ulusal yargının ve mensuplarının yabancılara şikáyet edilmesi" olduğu anlaşılıyor.

Bize kalırsa bildirinin gözlemleri ve teşhisleri birebir doğrudur.

Ama bugünkü siyasi iktidarın, "yargı""mutlak tarafsızlık" gerekçesiyle, (28 Eylül tarihli bildirideki ifadeyle) "laik cumhuriyet ve ulusal birlik söz konusu olduğunda taraf olmaktan çıkarmayı" hedeflemesine değinmemiş olması, bildirinin büyük eksiğidir.

Çünkü Laik Cumhuriyet için asıl tehlike oradadır.

Oktay Ekşi 22-mayıs-2008 hürriyet